9 Temmuz 2013 Salı

Ormeno ile Quito'dan Caracas'a yolculuk



02 Mart 2013 Otavalo.. Evet fiziksel olarak bugün yeni bir yılı ve yeni bir yaşı yaşamaya başlamış durumdayım ama hissettiklerime bakacak olursam bugün birkaç yıl birden yaşlandım diyebilirim:)

Gece yağan yoğun yağmurun ardından bu sabah Otavalo’da muhteşem bir güneşle uyanıyoruz.. Herşey planladığımız gibi giderse bugün Ormeno firmasının Quito'dan kalkan otobüsünü Otavalo'da yakalayıp  Venezuela’ya Caracas’a gitmek üzere yola çıkmış olacağız.. Çantalarımız Senyor Daniel tarafından otobüse yüklenmiş ve eğer her şey yolunda giderse saat 15.00 gibi otobüs Otavalo’daki buluşmak noktasında olacak. Saat henüz 08.30 ve önümüzde hem şehri gezmek hem de meşhur Otavalo Pazarı’nı altüst etmek için tam 6,5 saatimiz var..


Otelin bahçesi rengarenk çiçeklerle düzenlenmiş ve gece yağan yağmur nedeniyle etraf mis gibi toprak kokuyor. Kahvaltı siparişimizi verip masalardan birine oturuyoruz ve bir süre bahçeyi, çiçekleri, mis gibi kokan toprağın çevrelediği tertemiz yürüyüş yollarını izleyerek fotoğraf çekiyoruz. Derken mutfaktan gelen mis gibi kahve  kokusu diğer tüm kokuları bastırarak bahçeyi kaplıyor ve hemen ardından koca bir kahvaltı tepsisiyle doğal meyve suyu, kızarmış ekmek, marmelat ve tereyağından oluşan kahvaltımız geliyor. Önümüzde şehir haritası, bir yandan kahvaltımızı yaparken bir yandan da bugün için bir gezi planı çıkarıyoruz; planımız saat 10.00 gibi otelden ayrılmak. 

Otavalo Pazarı Cumartesi-Pazar ve Çarşamba günleri kuruluyor ve bu günlerde şehir hem kendi nüfusu hem burada konaklayanlar hem de diğer şehirlerden sadece alışveriş için gelen insanlarla müthiş bir kalabalığa bürünüyor.. Merkezdeki tüm sokaklar tezgahlarla dolu ve her yer tıklım tıklım insan; İstiklal Caddesi misali zar zor yürünebiliyor..  Taksi bulmak veya bir yerden başka bir yere gitmek için merkezden geçmek neredeyse olanaksız; bu günlerde hayat duruyor ve sadece pazar için yaşanıyor..

Bu arada Pazar gerçekten dedikleri kadar var; Güney Amerika’ya ait hemen hemen ne varsa –ülke ayrımı yapmaksızın- burada bulmak mümkün.. Hamaklar, müzik aletleri, takılar, çantalar, çeşit çeşit kıyafet, şal, atkı, şapka, panço, alpaka ve lama yününden örtüler, fularlar, battaniyeler, ağaç oyma heykelcikler, biblolar, resimler, kumaşlar ve akla gelebilecek başka her ne varsa hepsi bu pazarda satılıyor.

Otavalolular pazarlık etmeyi seviyorlar; bir kere hiçbir şey ilk söylenen fiyata satılmıyor.. Gerçi ürüne ve satın alınacak miktara göre değişiyor ama pek çok tezgahta min %30,  hatta %50 indirim yaptırmak mümkün. Gürültülü, kalabalık ve ısrarcı satıcılar nedeniyle zaman zaman sıkıcı gelse de Otavalo Pazarı’nın gerçekten görülmesi ve bir kaç saatliğine de olsa ziyaret edilmesi gereken bir yer olduğunu, seyahatimizi renklendirdiğini düşünüyoruz..

Saat 12.30 gibi Senyor Daniel’n arayıp aramadığını öğrenmek üzere otele geri dönmeye karar veriyoruz. Yaklaşık 3 saattir o tezgah senin bu tezgah benim dolaştığımızdan yorgunuz,  şöyle rahat bir koltuğa oturup bir de kahve içmek için adeta yanıp tutuşuyoruz. Neyse ki otel çok uzakta değil ve merkezdeki kalabalığı geçip otele kendimizi attığımızda sanki bir vahaya gelmiş gibi mutluyuz. Yeniden sessizlik ve huzur..

Otelin sahibesi senyoraya soruyoruz, “Si!” Senyor Daniel aramış; otobüs bizi saat 17.30’da Banco Internacional’in önündeki duraktan alacakmış. Otobüs Lima’dan gecikmeli geliyormuş ve Senyor Daniel  tekrar arayıp tam saati konfirme edecekmiş; rahat olalımmış, endişe etmeyelimmiş.......
Şimdi bu olacak iş mi? ?? Bu bizim gibi iki arıza insana söylenecek bir şey mi???????

Saat daha 13.00 ve biz saat 14.00 hadi en geç 15.00 gibi otobüse binmeyi beklerken otobüs saati bir anda 3 saat öteleniyor.. Ayrıca bu da kesin değil ve kesin saat için telefon beklenecek.. Pazara geri dönsek, ya telefon gelirse.. dönmesek bunca zaman burada nasıl otururuz ? ne yaparız? Sonra Bora, için için kendini yemez mi? Ya çantalar bagaja verilmezse? Ya çantalar verilir ama otobüs bizi almadan geçer giderse? Öyle bir senaryo potansiyeli var ki –genelde de hep negatif!!!- sonunu tahmin edebilmek olası değil, gider de gider artık.. Ve tabii keşkeler!! Keşke telefonumuz çalışsa, keşke Ecuador hattımız olsa, keşke o hattı geri vermemiş olsak, keşke adamı arayabilsek, keşke mail atabilsek, keşke Otavalo’da kalmamış olsak, keşke çantaları Quito’ya bırakmamış olsak, keşke Quito’ya geri gitsek de çantalarımızın başında olsak..vs, vs, vs..

Neyse sonuç olarak biz hemen hemen 3,5-4 saat hiçbir yere kıpırdamadan telefona 2 mt uzaklıkta oturup bekledik bugün.. Bu arada senyoraya güvenmediğimiz ve çeşitli felaket senaryoları ürettiğimiz için google çevirmenin çevirisine güvenip Senyor Daniel’e mail gönderdik. Elimizdeki biletin üzerinde yeralan mail adresine gönderdiğimiz maile şöyle yazdık:
Senyor Daniel,
Lütfen otobüs Quito’dan hareket edince bizi aramayı ve burada kaçta olacağını bildirmeyi unutma!
Lütfen bizi burada Otavalo’da bırakma!
Lütfen çantalarımızı otobüse vermeyi unutma!
İçten teşekkürlerimizle,

Pasaporte Turco :)

Neyse öyle böyle derken saat hemen hemen 15.00 oldu ama telefonda hala tık yoktu. Bu arada Bora gidip yiyecek bir şeyler aldı, ben bekliyorum gözüm telefonda.. İkimiz aynı anda ayrılmıyoruz zaten mutlaka birimiz orada tetikte bekliyoruz.. Saat 15.30 oldu; birer kahve içelim dedik sıcak su kaynatıp geldim ben. Saat 15.50 oldu ve zırrrrrrrrrrrrrrr!!! “Telefon telefon” diye bağırıştık senyora koştu geldi konuşmaya başladı, biz yanına yaklaştık neredeyse ağzının içine düşücez.. Bir şey anlamıyoruz ama ola ki bir iki kelime tanıdık çıkar diye pür dikkat dinliyoruz.. Neyse kadıncağız kaş göz işaretiyle bize “ok” diyor, elindeki kağıda 4.30 ve bir de şoförün adı ve telefonu olduğunu tahmin ettiğimiz bir şeyler yazıyor, sonra numarayı teyit etmek için tekrar okuyor , bolca “si,si” diyor, teşekkür ediyor ve telefon kapanıyor. Biz çocuklar gibi gözümüz senyora da yerimizde zor duruyoruz.. Çantaları vermiş mi? Otobüs Quito’dan hareket etmiş mi? 4.30’da mı burada olacakmış? Banco Internacional’in önüne gelecekmiş di mi? Habire soruyoruz..


Hemen hemen 40 dk zamanımız var, yürürsek 20 dk’da varırız ama “garanti olsun taxi tutalım” diyoruz. O da onaylıyor “si” diyor en iyisi “un taxi!” Teşekkür edip bir de İspanyol usulü tek yanaktan öpüşüp vedalaşıyoruz ve otelden ayrılıyoruz. Yolda hızla yürüyoruz, bir yandan da gözümüz arkada taxi bakıyoruz ama ne mümkün! Pazar nedeniyle tüm taxiler dolu.. Adımlarımızı hızlandırıp ilerlemeye devam ediyoruz ve sonuçta şehir öyle pek de büyük değil o taxi bu taxi derken hemen hemen varacağımız yere geliyoruz. Saat 16.20 henüz erken 10 dk daha var. Durakta oturup beklemeye başlıyoruz. Keyfimiz yerine gelmiş durumda; çantalar verilmiş otobüs yola çıkmış az sonra burada olacak binip gideceğiz.. Dakikalar zor da olsa geçiyor, bu arada her gördüğümüz otobüse ayaklanıyoruz, bakıyoruz başka bir firma oturuyoruz. Yeni bir otobüs bakalım neymiş? Başka firma, oturuyoruz. Bu böyle 15-20 dk kadar devam ediyor ama Ormeno henüz yok. Bu arada saat 16.45 oluyor. Bu kez Bora’da acaba geçip gitti mi endişeleri başlıyor. Kafa durur mu devamlı çalışıyor tabii, hem de hep olumsuza.. Acaba doğru yerde miyiz? Acaba erken geldi de bizi göremedi mi? Acaba daha yeni mi yola çıktı? 16.30 yalan mı? gibi gibi gibi...

Bu arada durakta bizden başka kimse yok; biri olsa hemen asılıcaz cep telefonun var mı şu numarayı ara bir sor bakalım otobüs neredeymiş diye.. Neyse bir çocuk geliyor ben hemen atlıyorum cep telefonun var mı diye? Yok diyor ve gelen ilk otobüse atlayıp gidiyor. Bu arada saat 17.00 oluyor hatta 10 dk da geçiyor, otobüs hala yok.. Yavaş yavaş beni de telaş alıyor acaba Bora gerçekten haklı mı bu otobüs geldi de bizi göremeyip geçip gitti mi diye düşünmeye başlıyorum. Bu arada durağa başka biri geliyor;cep telefonu var; ben yine anlatıyorum dilim döndüğünce derdimi anlatıyorum ve çocuk telefonunu çıkarıp numarayı çeviriyor ama şoför cevap vermiyor.. Bu kez Senyor Daniel’i çevirmesini rica ediyorum, aksi gibi o da cevap vermiyor. Çocuk neredeyse bana inanmayacak.. Numaralar mı doğru değil diye düşünüyorum biranda ama doğru olmasa oteldeki senyora nasıl aradı?? Neyse Allah’tan üçüncü numara cevap veriyor ama bu kez de çocuğun kontörü bitiyorL Saate bakıyoruz saat 17.30’a geliyor; hava hafiften kararmaya başladığından endişemiz biraz daha artıyor.. Çocuğa kontör yüklemesi için para verip yakındaki benzin istasyonuna gönderiyoruz, bu arada gözümüz otobüste  durakta bekliyoruz. Derken karşıdan büyükçe bir otobüs yaklaşıyor, üzerindeki yazıyı okumaya çalışıyoruz Ormeno yazıyor gibi ama acaba??? Evet galiba!! Biraz daha yaklaşıyor ve EVET O ORMENOOOO!!! Otobüs ışıklarını yakarak yanaşıyor ve bize atlayın diye işaret ediyor bizim gözümüz çocukta arkamıza baka baka otobüse biniyoruz. Geldiğinde bizi göremeyip endişelenecek çocuğu düşünerek hiç olmazsa el sallayıp bir teşekkür etseydik diyoruz ama ne yazık ki çocuk yok.. Bu arada yerimizi bulup derin bir OH ! çekiyoruz ama artık dizlerimizin daha fazla dayanacak gücü yok, koltuğa adeta yığılıyoruz.. Dışarıda hava neredeyse kararmak üzere, bulutlar kızıla bürünmüş, Kolombiya sınırına doğru yol alıyoruz:) İşte gerçek macera bu!!.. İşte gerçek ARDİNAL böyle bir şey!!

Saat hemen hemen 22.15 gibi Ecuador sınırındayız. Hemen çıkış damgalarımızı alıp köprünün karşısına Kolombiya girişine doğru yürümeye başlıyoruz; 5 dk sonra giriş kasabası İpiales’teyiz. Görevli memura yaklaşıp pasaportları verdiğimizde kadıncağız bize bir şeyler anlatıyor anlamıyoruz ama beden dilinden olumsuz bir şey söylediği son derece açık. Sorun ne diye arkamızdakilere bakıyoruz hepsi endişeli.. Meğer kahve üreticilerinin 5 gündür devam eden eylemleri varmış ve tüm otoyollar kapalı olduğundan Ipiales’ten ileriye gitmemiz mümkün değilmiş ve eylemin ne kadar devam edeceği de meçhulmüş:( Pasaportlarımıza giremediğimiz Kolombiya için 90 gün vizelerimizi alıp kenarda beklemeye başlıyoruz. İnsanlar habire konuşuyorlar, sınır polisleri bir şeyler anlatıyor ve uzun uzun tartışmalar devam ediyor ama ne yazık ki sonuç yok. Zaten şansım olsa anam beni kız doğururdu diyen Bora’ya katılmamak mümkün değil. Benim de hep erkek doğasım vardı:)


Gecenin ilerleyen saatlerinde hava iyice serinlemeye başlıyor ve yapılacak bir şey olmadığından “olmaz böyle şey” şarkısı eşliğinde tıpış tıpış otobüse binip koltukları devirip yatıyoruz.. Herkes de aynı duygularla sakinleşiyor ve şoför saat 12 gibi ışıkları söndürdüğünde ortalık derin bir sessizliğe gömülüyor. Sabah ola hayrola!

Başkent Quito & Mitad Del Mundo



1 Mart 2013 Cuma.. Ekvador'un başkenti Quito'da toplam 3 milyon insan yaşıyor ama şehir o kadar geniş bir alana yayılmış ki sanırsınız nüfus 10 milyon..  Sabah Ambato'dan ayrıldığımızda saat 09.30'du; Quito hemen hemen 2 saat uzaklıkta ve her 10 dk'da bir otobüs var, fiyatı 2 $..


Terminal şehir merkezine hayli uzak, taksiyle neredeyse şehir turu attık dedirtecek kadar uzun bir mesafe geldikten sonra ancak merkeze ulaşabildik.. Burada birkaç gün geçirmeyi planladığımızdan önce Venezuela Caracas'a gidecek otobüs bileti konusunu halledelim oradaki gelişmeye göre de bir plan yaparız dedik. Bu arada Quito'dan Caracas'a sadece iki firma servis yapıyor biri Rutas De America, fiyatı 175$, diğeri de Ormeno ve fiyatı 130$.. Her iki firmanın da internet sitelerinde farklı rakamlar var; güncelleme yapılmamış, yanıltmasın.. İki firma da haftada iki sefer yapıyor; Rutas De America P.tesi -Perşembe saat 22.00'de; Ormeno da Cumartesi-Salı saat 12.00'de kalkıyor.

Aslında başta söylediğimiz gibi Quito'da birkaç gün kalmak istiyorduk ama Salı geç geldi C.tesi de (yani yarın da) çok erken olunca ve bu arada firmanın yetkilisi Senyor Daniel bizi Otovalo'dan almayı teklif edince fikrimizi değiştirip hemen karar verdik ve yarın için Venezuela Caracas biletlerimizi aldık. Bu durumda bugün Mitad Del Mundo'yu görüp akşam geç de olsa Otovalo'ya geçebilecek ve yarın sabah rahat rahat hem Otavalo Pazarı'nı gezebilecek hem de otobüsün Otavalo'da olacağı saat 15.00'e kadar şehri dolaşabilecektik.. Hepsinden önemlisi sırtımızdaki büyük çantalar da burada yani Ormeno'nun ofisinde kalabilecekti; Senyor Daniel yarın sabah onları bizim otobüse kendi elleriyle teslim edip şoföre bize Otavalo'dan almasını tembihleyecekti. Bu güzel durum karşısında mutlu mesut Senyor Daniel'in telefonunu alıp Otavalo'ya inip bir hostele yerleşir yerleşmez de arayıp telefonumuzu bırakacağımızı taahhüt ettikten sonra Mitad Del Mundo'nun yolunu tuttuk. 

Haa bu arada bugünün en komik olayını anlatmadan geçemeyeceğim. Zira bu olay bizim bu kıtaya ne denli uyum sağladığımızın, pratik zekamızın nasıl geliştiğinin ve bu yaban ellerde nasıl da başımızın çaresine bakabildiğimizin önemli bir kanıtıdır.

Venezuela otobüsünün gidiş tarihi denk gelip de Ormeno firmasından bilet alma işi hızlı gelişince, elimizdeki para iki kişinin bileti için yetersiz kaldı. Biz de çantalarımızı Ormeno'nun ofisinde bırakıp bankadan para çekmeye gittik.  Hemen şurada dedikleri Bank Guayaquil şubesi o kadar uzaktaydı ve yürüyerek ulaşmak o kadar zamanımızı aldı ki acaba çantalarımıza bir şey olur mu gibisinden bir miktar endişe bile duyduk.  Neyse koştur koştur parayı çekip firmanın ofisine bir geldik ki apartmanın giriş kapısı kapalı. Ormeno'nun bilet ofisi bir apartmanın giriş katında yeralıyor ve biz gidip gelinceye kadar binanın dış kapısı kapanmış!! Etrafta bir Allah'ın kulu yok, sadece ziller ve duafonlar var ama hangi zil Ormeno belli değil. O mu bu mu derken biz aniden aklımıza gelen bir çözümle 4 zile aynı anda basıp açılan 4 duafondan gelen değişik sorulara yanıt olarak "Pasaporte Turco" diye bağırdık. İçlerinden biri mutlaka bu cümleyi tanıdık bulup kapıyı açacaktır diye düşünüyorduk ki aynen dediğimiz gibi oldu ve biri otomatiğe bastı. Ormeno ofisine girdiğimizde başta Senior Daniel olmak üzere odadaki herkesin yüzünde hoş bir gülümseme vardı; o zaman anladık ki fikir işe yaramış!!!


Mitad Del Mundo yani dünyanın orta noktası Quito'nun 45 dk kadar dışında yeralıyor. Taksiler 30$ istiyor, otobüsle gidildiğindeyse iki ayrı otobüse binmek gerekiyor ama toplam maliyet gidiş dönüş 1$ :) Süre olarak pek fark yok çünkü Quito'da tüm büyük şehirlerde olduğu gibi ciddi bir trafik sorunu var ve neyle giderseniz gidin ulaşım yaklaşık 1,5 saat sürüyor..

Mitad Del Mundo tahmin edileceği üzere Quito'da en çok ziyaret edilen yer ve dünyanın her yerinden gelen yüzlerce turist ekvator çizgisi olduğu varsayılan sarı çizginin üzerinde çeşitli pozlarda hatıra fotoğrafı çektirmeye çalışıyor. Üzerinde yer kürenin yeraldığı bir anıt heykel yapılmış, aynı zamanda müze olarak hizmet veriyor.Mitad Del Mundo'ya giriş 2$, müzeye giriş de 3$..

Burası dünyanın tam orta noktası; her ne kadar Ekvador’da yeralıyorsa da ayrı bir ülke mantığında “kaşesi var”..  Aslında bu, oradaki hediyelik eşya dükkanlarının icadı bir şey ; turist çekilsin alışveriş olsun gibisinden bir kaşe yaptırmışlar bilenlerin soranların pasaportlarına  Mitad Del Mundo kaşesi basıyorlar. Biz de  buraya kadar gelmişken vurdurmadan gitmeyelim dedik:)

Anıtın biraz ilerisinde yer çekiminin eşit olduğu noktada bazı fizik deneyleri yapılıyor diye okumuştuk; belki de gittiğimiz günün hafta içine denk gelmesi nedeniyle öyle pek fazla bir hareket yoktu; sadece bir adam bildiğimiz yumurtayı bir çivi üzerinde serbest durdurmaya çalışıyor, birkaç saniyeliğine desteksiz durabilen yumurta ile fotoğraf çektirmek isteyen insanlar da kuyrukta bekliyordu.


Neyse yaklaşık 1-1,5 saatimizi burada geçirdikten sonra tekrar Quito’ya geri döndük.  Dönüş yolu epey uzun ve meşakkatliydi; dedim ya Quito çok geniş bir alana yayılmış büyük bir şehir ve bir noktadan diğerine gitmek hem trafik hem de bu dağınıklık nedeniyle epeyce uzun ve yorucu.. Terminale vardığımızda saat 19.00 civarıydı ve Otavalo’ya ilk otobüs 19.30’daydı; hemen bilet kuyruğuna girip iki bilet aldık (4$) ve hemen hemen 1,5-2 saat sonra  Otavalo’daydık. Her zaman olduğu gibi bugün de bindiğimiz tüm otobüslerde tek turist bizdik ve aslında ilk başlarda tedirginlik verse de zamanla bu durumun avantaj olduğunu kavramış durumdayız; zira herkes bize yardımcı olmaya çalışıyor..


Otavalo karanlık olmasına rağmen seçebildiğimiz kadarıyla küçük ve şirin bir kasaba.. Birkaç sokak yürüdükten sonra merkeze geliverdik ve ilk olarak son derece güzel ahşap bir evin restore edilmesiyle yapılmış hotel rs’e yerleştik. Hemen Senyor Daniel’i arayıp otelin telefonunu verdik ve artık bir şeyler atıştırmaktan başka yapılacak önemli bir iş kalmamıştı; artık durabilir, biraz dinlenebilirdik.. Sabah erkenden kalkacağız zira kahvaltının ardından yorucu bir Otovalo Pazarı turu bizi bekliyor.


8 Temmuz 2013 Pazartesi

Ekvador Banos & Ambato'da Doğum Günü Sürprizi



28 Şubat 2013 Perşembe.. Ambato’ya 1 saat mesafede yemyeşil küçük ve güzel bir turistik kasaba Banos.. Ama tam tepesinde aktif, hatta daha iyi bir tanımlama yaparsak Ekvador’un en tehlikeli aktif yanardağı Tungurahua yükseliyor .. Böyle bir şehirde yaşamak nasıl bir şeydir acaba? Tepesinde devasa bir lav kazanı kaynıyorken ve bu kazan çeşitli kereler ters dönüp aşağıya boşalmışken, hatta daha geçen Ağustos’ta yeni bir patlama olmuş, 100’ün üzerinde ev  ve yüzlerce insan yokolmuşken ve aylar süren kül yağmuru henüz yeni bitmişken insan nasıl burada yaşamaya devam eder????


Mesela nasıl çocuk yapar, çocuğunu okula nasıl gönderir, belediye nasıl yol, kanal, inşaat yapar, müteahhit nasıl dükkan, ev yapar ve insanlar nasıl konut alır, satar, geceleri nasıl yatar, nasıl uyur???????????????

Gittiğimizde tamamen yağmur bulutlarıyla kaplı olduğu için Tungurahua’yı göremedik ama turizm enformasyon bürosundaki fotoğrafların fotoğraflarını çektik.. Banos’un konumunu gösteren ve bakar bakmaz insanı dehşet içinde bırakan fotoğraflarını.. Hayret verecek şekilde insanlar patlama anında lavların aşağı boşaldığı ve önüne çıkan ne varsa yuttuğu vadilerin kenarlarına muhteşem villalar, hatta malikaneler yapmışlar.. Lüx oteller, termal havuzlar, kiliseler, restaurantlar, okullar, hastaneler.. Nasıl bir cesaret!!! Daha geçen hafta iki büyükçe deprem olmuş ve yanardağın içindeki sessörlerden gelen raporlar doğrultusunda zemindeki bu oynamaların Tungurahua’yı tekrar harekete geçirebileceği varsayılırken bir yandan inşaatlar, bir yandan yeni yatırımlar yapılıyor. Bizim bilmediğimiz ve dolayısıyla da anlayamayacağımız bir duygu olsa gerek bu..

Şehir tam bir aktivite cenneti.. Özellikle de genç sırt çantalılar için.. Her yerdeler; kimi köprüden atlıyor kimi rafting yapıyor,kimi kendini yarınki canopy turuna yazdırmaya çalışıyor, kimi canyoning için gelmiş kendine ekip bakıyor, falan filan.. Ve tepede, hem de hemen tepede Tungurahua koca bir lav kazanı olarak sallanıp duruyor, ha devrildi ha devrilecek..

Biz havanın yağmurlu ve sisli olması dolayısyla termal havuzlardan ve bu aktivitelere katılmaktan ziyade kasabayı dolaşıp güzel çikolatalar ve kahveyle kendimizi şımartmayı seçtik. Avrupalı ve Amerikalı turist yoğunluğu nedeniyle Banos’ta diğer şehirlere oranla daha güzel mekanlar var.. Çok güzel pastalar, tartlar, çikolatalar, çikolata kaplı şekerlemeler, sıcak çikolata vs vs..  Bu arada yine buraya özel bir başka karamela var ki şeker kamışına benzer bir kamışın suyu çıkartılarak elde edilen şekerle ve taze meyvelerle yapılıyor. Bizim Maraş dondurmamız gibi elle çekilerek , kıvrılıp katlanarak ve tekrar tekrar çekilip uzatılarak özlendirilen bu şekerleme hamurundan koparılan parçalar jelatin kağıtlara sarılıp torbalanarak satılıyor. Son derece lezzetli ve mutlaka denenmesi gereken bir şey..

Herhangi bir aktiviteye katılınmadığında Banos için 3-4 saat yeterli oluyor. Biz öğle yemeğimizi de yedikten sonra Ambato otobüsüne atlayıp geri döndük ve tüm öğleden sonrayı Ambato'yu gezerek geçirebildik. Bugünün en güzel sürprizi 3 gündür sabah kahvemizi içip kruvasanlarımızı yediğimiz cafe'nin sahibesinin Bora'nın motivasyonuyla hazırladığı doğum günü pastasıydı!!


Kendim Ettim Kendim Buldum Sarışın Gittim Esmer Döndüm:))



27 Şubat 2013 Çarşamba.. Ambato'daki ikinci günümüzde soğuk ve sisli bir sabaha uyanıyoruz. İnsanda yataktan kalkmama hissi uyandıran keyifsiz, kasvetli bir gün. Oysa bugün yapılması gereken önemli işler var; Ambato gezilecek, kuaför bulunacak, saçlar boyatılacak ve doğum günü için Yakut gençleşip güzelleşecek:)))

İstemeye istemeye de olsa toparlanıp giyindikten sonra otelden çıkıyoruz. Sabah kahvaltısı kültürü olmayan bu memleketlerde güne başlamak hakikaten zor!! Birer kahve içip yanında bir kruvasan yemek üzere bir gün önce keşfettiğimiz cafe'ye doğru yavaş yavaş yürüyoruz. Yol üzerinde bir kuaför var hem kadın hem erkek saçı kesiyor, camlarında bir sürü saçları yapılmış manken fotoğrafları var. İçeri girip soruyoruz "color" diyoruz "quanto costa?" Önce 40$ diyor ama sonra saçımı tekrar gözden geçirip 30$'a iniyor. Saçıma bakmasından ve fiyatı indirmesinden dip boya yapmaya karar verdiğini düşünüyoruz. "Si, gracias" deyip dışarı çıkıyoruz. Kahve içmek için oturduğumuz cafe'de bir hesap yapıyoruz 30$ neredeyse 60 TL.. Türkiye'de en fazla 30-40 TL iken burada iki katı; üstelik muhtemelen istediğimiz rengi de anlatamıcaz.. Bora diyor ki "ben boyarım senin saçını".. Eee nasıl yapıcaz boyayı nereden alıcaz fırçayı nasıl bulucaz falan derken karar veriyoruz. Evet tamam Bora boyayacak.


Önce bir eczane buluyoruz "Farmacia".. Eczacı kadının saç rengine bakarak biraz koyusu gibi diyerek falan kestane rengini anlatmaya çalışıyoruz. Arkasından iş alkol ve fırça bulmaya geliyor. Akşam neredeyse hava kararıncaya kadar nalbur arıyoruz ama bir türlü bulamıyoruz. En sonunda bir yerde bir boya satıcısı buluyoruz da oradan 2 cm kalınlığında bir yağlı boya fırçası temin edebiliyoruz. Bu arada Bora iyi hatırlıyor "karıştırma kabı" diyor. Hemen yol üstündeki "ne alırsan 1$" mağazalarından birine girip sonradan içine peynir koyduğumuz plastik kapaklı bir kase alıyoruz. 

Geri dönerken fark ediyoruz ki o sokak bu sokak derken otelden epeyce uzaklaşmışız.  Geceleri sokaklar nispeten daha tenha ve tehlikeli  olduğundan pek de gecikmek istemiyoruz ve koştura koştura otele dönüyoruz.



Otelde manzara şu: Ben omzumda baş havlusu aynanın karşısındayım. Bora  plastik kase içinde boyayı karıştırmış elinde yağlı boya fırçasıyla banyodan çıkmış geliyor. Elimizde bir de tarak var, saçları tarakla ayırıp yavaş yavaş aralarına boya sürmeyi planlıyoruz. Neyse ilk heyecanı atlatıp işleme başladığımızda korktuğumuz kadar zor bir şey olmadığını ve gayet başarılı olduğumuzu görüp rahatlıyoruz. Oradan buradan konuşurken Bora aniden "eee boya bitti" diyor. Saçlara bakıyoruz daha kafanın yarısındayız aşağılara hiç boya sürmemişiz. Beni bir endişe alıyor ve kafamın yarısı başka yarısı başka renk olacak diye dövünmeye başlıyorum. Bora "dur ben gideyim bir kutu boya daha alayım" diyor ama bu karanlıkta orayı bulması mümkün değil ayrıca bulsa bile bu saatte eczaneler çoktan kapatmışlardır.. 



Neyse böyle birkaç dakikalık panik+bocalama sonrasında ikimiz de sakinleşiyoruz ve varolanı bütün kafaya yedirmeye karar veriyoruz. Artık benim de elimde bir naylon torba var, bir yandan Bora bir yandan ben saçları alttan üstten karıştırıp iyice yoğuruyoruz. Tabii bu arada da yıkılıyoruz gülmekten; 2 no'lu odada kahkahanın bini bir para.. En kötü ihtimalle diyoruz yarın bir kutu boya daha alır olmayan yerlere tekrar süreriz. 3$ boya, 1$ kap, 1$ fırça =5$; bir boya daha alsak yapar 8$ yine de kardayız:))))) 

Quilotoa'dan Ambato'ya Yolculuk



26 Şubat 2013 Salı..  Sabah saat 09.00 gibi kahvaltımızı yapıyoruz ve yola çıkmaya hazırız ancak otobüsün kalkmasına daha 4 saat var. Quilotoa’dan Latacunga’ya her gün saat 13.00’de direkt otobüs kalkıyor; süre yaklaşık 2 saat ve fiyatı kişi başı 2$.. Bugün hava diğer günlere göre çok daha soğuk ve canımız bu soğukta buralarda dolaşmak veya bu lobide vakit öldürmek istemiyor. “En iyisi çantaları sırtlayıp yavaş yavaş yola koyulalım” diyerek hareketleniyoruz ve saat 09.30 gibi hostelden ayrılıp Zumbahua’ya doğru yürümeye başlıyoruz.

Bu arada bir akşam önce sadece başını okşadığım ve ekmeğimden birkaç lokma verdiğim köpeklerden biri arkamızdan bizi takip ediyor. Yol boyunca önümüzden arkamızdan dolaşıp karşılaştığımız öbür köpeklerle aramıza girip bizi korumaya alıyor.. Arkaya bakıp da köyün hayli geride kaldığını fark edince eğilip tekrar seviyorum ve artık geri gitmesini söylüyorum ama bizi bırakmamakta kararlı görünüyor. Bu durum arkamızdan gelen kamyonetin kornasına kadar devam ediyor. Kamyonet şoförü bizi Zumbahua’ya götürmeyi teklif edince, hem bu soğukta daha fazla yürümeyelim hem de köpek rahatça geri dönebilsin diye düşünüp eşyaları kamyonetin kasasına yüklüyoruz..

Yaklaşık 20 dk'da Zumbahua'ya varıyoruz; kamyonet bizi Quevedo-Latacunga ana yolu üzerinde indiriyor.. Çok fazla beklemiyoruz 15 dk içinde bir otobüs geliyor ve çuvallarına geçirdiğimiz çantaları bagaja verip otobüse atlıyoruz. Otobüs hareket ettikten kısa bir süre sonra Bora "yüzüğüm yok" "yüzüğümü düşürmüşüm" diyerek ayağa fırlıyor ve panik halinde ceplerini karıştırmaya başlıyor. Ben de telaşlanıyorum tabii ve oraya da buraya da bakalım diyerek aramaya ben de katılıyorum ama ne yazık ki yüzük yok:( Çok üzülüyoruz ve birden suskunlaşıyoruz.. Uzun süren sessizilk sonrası Bora yavaş yavaş sabah duşta elinden aniden nasıl fırladığını anlatıyor, zayıfladığı için artık yüzüğün parmağından kendiliğinden çıkmaya başladığını fark ettiğini ama buna rağmen çıkarmadığı, yada başka bir parmağına takmadığı için şimdi nasıl da pişman olduğunu söylüyor. Sonra birden, çuvalları otobüsün bagajına taşırken yüzüğün parmağında olduğunu hatırlıyor ve aynı anda da yüzüğü çantaları aceleyle  bagaja koyarken düşürdüğünü anlıyor. Teselli sözcüklerim ne yazık ki yeterli gelmiyor, yeniden derin bir sessizlik başlıyor ve bu sessizlik taa Latacunga’ya kadar devam ediyor..

Ben pencereden dışarıyı seyrediyorum. Bu bölge tamamen Quechua’lara ait; Quilotoa’dan buyana hemen hemen geçtiğimiz köylerin tamamı ekili toprakları, ev tipleri, insanların kıyafetleri ve yaşam şekilleri itibarıyla aynı kültürü yansıtıyor.. Zumbahua-Latacunga arası için kişi başı 1,25$ ödüyoruz ve yer yer yol çalışması nedeniyle 5-10 dk’lık beklemeler yaşadığımız yol 1,5 saat kadar sürüyor..

Quilotoa’da geçirdiğimiz birkaç günlük sessizlik ve dinginlik ruhlarımızı sakinleştirmiş durumda; artık biraz şehir, geniş caddeler, insan, restaurant, pastane ve internet görmek istiyoruz:) Bu anlamda Latacunga kargacık buracık yapıları ve yağmurlu + kasvetli havasıyla çok da uygun görünmüyor gözümüze ve terminale girip Ambato için bilet bakıyoruz. Latacunga –Ambato arası hemen hemen 45 dk ve bilet fiyatı 1$.. İlk otobüs 3 dk içinde kalkacak diyorlar; hemen sırtımızdaki çantaları bagaja verip otobüse atlıyoruz. Otobüs gerçekten 5 dk içinde hareket ediyor ve yine aynı dolmuş mantığıyla yolda her elini kaldırana durup her 50-100 mt’de bir yolcu indirerek 1 saat içinde Ambato terminaline varıyoruz..

Ambato çiçek ve meyve şehri olarak anılıyor. Şehir, yer aldığı bu volkanik bölgede yaşanan sayısız deprem dolayısıyla tarih boyunca yıkılıp yıkılıp yeniden yapılmış. Ağustos 1949’da yaşanan son büyük depremde tekrar yerle bir olmuş ama hem Ambatoluların hem de komşu şehirlerin desteği ve gayretiyle yeniden kurulmayı başarmış. O zamandan buyana da şehirde o denli büyük bir deprem yaşanmamış (“HENÜZ”)!! .. Her yıl Ağustos ayında Ambato'da “meyve ve çiçek festivali” düzenleniyor ve Ambatolular her şeye rağmen hayatlarına aynı yerde devam ediyor olmanın kutlamasını yapıyorlar..

Terminal şehir merkezine hemen hemen yürüyüş mesafesinde.. Çantalarımızı sırtlayıp kalabileceğimiz bir hostel bulmak üzere merkeze doğru yürümeye başlıyoruz. Birkaç blok ilerde bulduğumuz Hostel beklentilerimize uygun; kaydımızı yaptırıp çantalarımızı odaya bıraktıktan sonra kendimizi dışarı atıyoruz. 

Bugünkü önemli işimiz çalınan cüzdandan sonra elimizde kalan tek kart olan Ziraat kartın interaktif hesabını yurt dışında kullanıma açtırmak.. Girdiğimiz telefon kulübesinden Ziraat Bankası Müşteri Hizmetlerini arıyoruz ancak belki de saati denk getiremediğimiz için Müşteri Temsilcisine ulaşamıyoruz. Bu arada dakika sayarın dönüş hızına inanamıyoruz; özellikle banka gibi telesekreterin dakikalar süren yönlendirmelerini dinlemek zorunda kaldığımız numaralar için bu telefonların hiç uygun olmadığına karar veriyoruz.

Bari bir yerel hat alalım diyoruz ve neredeyse her adım başı gördüğümüzden dolayı Ekvador'un en yaygın gsm operatörü olduğunu düşündüğümüz Movistar bayilerinden birine dalıyoruz. Çat pat İngilizce bilen biri bize 7$'a bir hat satıyor,  içinde 3$'lık da hediye kontör var. Genç yetkili kartı alıp benim telefonuma takıyor ve aktive olması için 1 saat beklememiz gerektiğini söylüyor. Telefonu alıp hostele geri dönüyoruz; ancak 1 saat geçip de hattın aktive olduğu bilgisi geldiği halde bir türlü Türkiye'yi aramayı beceremiyoruz. Her denememizde bize uluslararası arama yapmamızın mümkün olmadığı mesajını veriyor. 

Sinirlerimiz gerilmiş vaziyette sabahı zor ediyoruz; kahvaltı falan etmeden kendimizi yollara vurup doğruca Movistar bayiine gidiyoruz. Neyse ki daha iyi İngilizce bilen birini buluyoruz da yerel sim kartların kullanımı hakkında detaylı bilgi alabiliyoruz.

Benzer durumla karşılaşabilecekler için konu şöyle: Kart fiyatı 7$; bu fiyatın içinde 3$’lık da kontör var ve 3$'la 9-10 dk kadar uluslararası görüşme yapmak mümkün. Ancak ilk 3$'lık hediye kontör sadece ülke içi görüşme için, bununla uluslararası görüşme yapılamıyor. Yani bu hattı alıp önce Ekvador içinden bir numarayı arayıp 3$ bitinceye kadar konuşmak zorundasınız sonra kendi aldığınız yeni kontörle uluslararası görüşmeye başlayabiliyorsunuz.  

Uzun uğraşlar sonucu telefonla ilgili sorunu çözüp, iki günlük koşturma ve epey bir yanlış anlama sonrasında Türkiye'yi daha uygun fiyatla aramayı başarıyoruz.  Ancak defalarca denememize rağmen Türkiye Ziraat Bankası Müşteri Temsilcisi'ne bir türlü ulaşamıyoruz; 45 dk boyunca yaptığımız hiç bir teşebbüste telesekreterden öteye geçemiyor, yetkiliye ulaşamıyor, hesabımızı yurtdışı kullanıma açtıramıyoruz; zira "şu anda bütün müşteri temsilcilerimiz başka müşterilere hizmet veriyorlar":(((((((((((((((  

Sonuç: Bizim durumumuza düşmemek için, eğer hesabınız Ziraat Bankası'nda ise yurtdışına çıkmadan önce hesabınızın yurtdışı kullanıma açık olup olmadığını mutlaka ama mutlaka teyidedin. Amman diyelim:) 

7 Temmuz 2013 Pazar

3900 mt'de Quilotoa Krater Gölü



24 Şubat 2013 Pazar.. Quilotoa için köy demek doğru olmaz herhalde; çünkü burada sadece birkaç hostel ve bu hostellerde kalanlara hizmet vermek üzere açılmış bir-iki küçük bakkal var. Buranın temel geçim kaynağı turizm; yaşayan nüfus tamamen yerlilerden oluşuyor ve bütün beklentilerini turistlerin son derece yoğun ziyaretine uğrayan Quilotoa Krater Gölü üzerine kurmuşlar..


Quilotoa Gölü için köye bir "mirador" yapılmış ; tepeden manzaraya bakıp fotoğraf çekmek için..Gölün etrafında ise 21 km’lik bir trekking parkuru var; gölü çevreleyen dağları takip eden patikada tam tur 5-6 saat sürüyor. Göl içerdiği mineraller nedeniyle zümrüt yeşili bir renge sahip. Sülfür ağırlıklı olduğu bilinen minerallerin gölün suyunu da ılıklaştırdığı söyleniyor. Bu arada buraya gelirken okuduğumuz çeşitli sitelerde gölde yüzülebildiği hatta yürüyüş esnasında çok bunalanların kendilerini ılık göl sularına bırakabilecekleri yazıyordu.. Bu yorumlar bize biraz fantastik geldi açıkçası!! Her şeyden önce yürüyüş yapılan parkur hemen gölün kenarından değil, gölü çevreleyen dağlardan geçiyor ve aşağısı 200-250 mt uçurum. Ayrıca miradorun hemen altındaki yer hariç gölün hiçbir yerinde kumsal yok. Üstelik rakım 3900 mt ve kuzey rüzgarı acı acı esip polar + şapka falan olmadan yürümek mümkün değilken göl sularında serinleme ihtiyacı yürüyüş boyunca neredeyse hiç oluşmadı desek yalan olmaz:)  

Sabaha dönersek , gece soba başında uyumak keyifliydi ama sabah buz gibi odada uyanma konusunda aynı şeyi söylemek mümkün değil tabii. Akşam tüm odunları yaktığımızdan sabah için odunumuz da kalmamıştı, dolayısıyla odada sabah keyfi yapmak mümkün olmadı:( Mecburen apar topar giyinip aşağıya kahvaltıya indik.. Saat henüz 08.00 olmasına rağmen herkes kalkmış ve kahvaltı masasında ne varsa neredeyse silip süpürülmüştü. İyi ki daha geç inmemişiz aç kalacakmışız diye düşünüp biraz ekmek, reçel ve kahve alıp karnımızı doyurduk..


Bu arada bu sabah her ikimiz de yine hafiften ishal gibiydik. Bu, yolculuk başladığından buyana 3. ishalimiz.. Artık neden kaynaklandığını ve derecesini ölçer hale geldik; metabolizmalarımızı tanıyıp neye nasıl tepki vermeye başladığını anlamaya başladık. Bu seferki büyük olasılıkla hızlı irtifa almaktan kaynaklı diye düşündük ve "yediklerimize dikkat edip bol su içelim" diyerek üzerinde fazla durmadık.

Dışarıda güneş pırıl pırıldı ve muhtemelen dışarısı içeriden daha sıcaktı. Hemen üzerimizi giyinip yürüyüş için malzemelerimizi alıp dışarıya, Quilotoa Gölü’nü görebileceğimiz miradora doğru yola koyulduk. Miradorun az ilerisinde Chuqchira parkurunun levhası var; ve bu yol zaten gölü çevreleyen patikanın da başlangıcı.. Kırmızı küçük yol işaretlerini takip ettiğimizde yol ikiye ayrıldı, sol tarafta Chuqchira tabelası vardı sağ taraf ise gölü çevreleyen patika gibi duruyordu; biz sağdan devam etmeye karar verdik ve doğru yolda olduğumuzu anlamamız uzun sürmedi. Yol boyunca zaman zaman farklı patikalarla karşılaşdıysak da her seferinde kırmızı işaretleri arayıp bularak doğru yolu takip edebildik. Bu parkur sürekli ufak iniş çıkışlarla muhteşem manzaralar sunan gayet keyifli bir parkur; gidenlere mutlaka yapmalarını öneririz.

Evet, hemen hemen 21 km ve 6 saat kadar süren gezinin en güzel tarafı dönüşte odamızda bizi bekleyen sıcak duş ve çıtır çıtır yanan sobaydı:) Kaldığımız oteldeki genç yerli çocuk her akşam saat 19.00 gibi odaları tek tek dolaşıp sobaları yakıyordu ve zaman zaman son derece sert esen buz gibi rüzgara karşı yürüdüğümüz bu 21 km'den sonra bundan daha iyi bir karşılama olması gerçekten imkansızdı:))) 


Manta'dan Quilotoa'ya (8 saatte 0'dan 3500 metreye) ..



23 Şubat 2013 Cumartesi.. Sabah saat 11.30’da hareket eden Quevedo otobüsüne binip de Manta’dan ayrılırken Pasifik Sahili’nde geçirdiğimiz bu bir haftanın ardından sıkıntılı günleri geride bırakmış, geri dönme isteğimizi kenara itmiş ve her ikimiz de yeni maceralara doğru yelken açıyor olmanın heyecanını yaşıyorduk..

Manta’dan  Quevedo’ya giden iki otobüs firması var ve fiyatları aynı (6$/kişi) .. Biz Bolivar’ı tercih ettik çünkü kuzeydeki yoldan gidip Quevedo’ya yarım saat önce vardığını söylediler. Diğer otobüs Portoviejo üzerinden gidiyormuş ve yolda çok oyalanıyormuş..  Bolivar’ın otobüsü her ne kadar dolmuş gibi çalışıyor, yolda sürekli indi bindiler oluyor ve ayakta yolcu alıyorsa da klimalı olması nedeniyle nispeten rahat sayılabilecek bir otobüstü.. Bu arada önemli bir not: Bu indi bindiler ve ayakta yolcular dolayısıyla otobüste bir şeylerin çalınması an meselesi.. Özellikle üst bagajların kesinlikle kullanılmaması ve varsa el bagajının kucakta veya yerde hemen göz önünde tutulması önemli!!

Quevedo’ya kadarki yolculuğumuz, hindistan cevizi ve çeşitli tropikal meyve plantasyonlarından oluşan onlarca km’lik dev araziler arasında, yemyeşil ve son derece keyifli manzaralar eşliğinde geçti. Toplam 3 saat 45 dk sürecekti fakat bahsettiğim bu indi bindiler nedeniyle yaklaşık 45 dk sarkarak 4,5 saat sürdü; saat 16.00’da Quevedo terminalindeydik. Bu gecikmeyi ve bundan sonraki yolda da olabilecek benzer bir sarkmayı göz önünde bulundurarak hemen terminale girip Zumbahua otobüsü için bilet bakındık. Zumbahua için fazla seçenek yok sadece Cooperativo Cotopaxi firması gidiyor, saati 16.30 ve fiyatı kişi başı 2,6$ ..
Hemen iki bilet alıp çantaları yüklemek üzere platforma ilerledik. Otobüsün kalkmasına henüz 20 dk kadar olduğundan, bir sandviç ve içecek alıp ayaküstü öğle yemeğimizi yedikten sonra otobüse atladık. Aynı şekilde dolmuş zihniyetiyle çalışan ve yol üzerindeki köylerin sokaklarına kadar girip yolcu indirip bindiren otobüs, 107 km’lik yolu 3,5 saatte aldı.. Aslında bu kadar durup kalkmaya ve yokuş çıkmaya yine de iyi geldiğimizi düşünüyoruz..

Bu arada Quevedo’dan sonra manzaraya tamamen dağlar, şelaleler ve yüksek tepelerden inen coşkulu dereler hakim olmaya başladı.  Doğa harikası tropikal bitki örtüsü, sanki çimene boyanmış, yeşilin her tonunu barındıran yüksek dağlar ve dağların arasında ara ara ortaya çıkan küçücük yeşil-mavi göller gerçekten nefes kesiciydi.. Saat 18.30 gibi hava tamamen karardı ve otobüs tabak gibi bir dolunay eşliğinde ilerlemeye başladı.. Yarım saat içinde yüksekliğin de etkisiyle sıcaklık birden düştü ve etrafı yoğun bir sis bastı; dolunaya rağmen yoldaki kedi gözleri dışında 10 mt ilerisi dahi görünmez hale geldi.. Hemen hemen hiç bir ışık yada işaret görmeden yaklaşık 2 saat bu şekilde tırmandık.. Otobüste pek çok sefer olduğu gibi bizden başka turist, yani başımıza bir şey gelse derdimizi anlatabilecek bir Allah’ın kullu yoktu.. Hafif bir ürperti gelmedi desek yalan olur ama saat 20.15 gibi yavaş yavaş sis kalkmaya başlayınca tek tük de olsa sokak lambası benzeri ışıklar görünmeye başladı; 15-20 dk sonra zaten Zambahua’ya varmıştık.. Bora’nın altimetresi hiç şaşmıyor; kulaklar tam tıkalı ve hafif nefes darlığı varsa “3000 mt” anlamına geliyorJ Gelince sorduk hakikaten 3500’deymişiz:) ve aslında 8 saatte 0’dan 3500 mt'ye son derece hızlı bir çıkış olmuş!!

Otobüs Latacunga’ya devam edeceğinden bizi yolda indirdi; çantaları almaya seğirttiğimizde birden bir taxici kuşatması yaşadığımızı fark ettik. Quilotoa Senyor? Amiga? Quilotoa? Hostal????? derken kendimizi bir texide ve Zumbahua-Quilotoa yolunda bulduk. Toplam 15 dk kadar daha tırmandık ve hemen hemen 3900 mt’de yeralan Quilotoa’da bir hostelin (Hostel Alpaka) önünde durduk.. Ben tam taxiciye “biraz bekle bakalım anlaşabilecek miyiz”i İspanyolca anlatmaya çalışıyordum ki  kendisi hemen her taksicinin yaptığı gibi “si! si!” diyerek çantaları aşağı indirip arabanın yönünü çeviriverdi ve 30 saniye içinde biz, buz gibi havada karanlığın ortasında elimizde çuvallarımız kalıverdik..

Neyse ki hostelden birileri çıkıp bizi içeriye aldı, içeride yanan sobanın başında ısınırken çuvalların taşınmasına yardım ettiler de üzerimizdeki Manta’dan kalma incecik yazlık kıyafetlerle dışarıda donmadık.. Pazarlık süreci epey kanlı oldu; 35$/gece’den başlayan fiyat yavaş yavaş önce 30 $’a sonra 25$’a ve ısrarlı pazarlığımız sonucu –aramızda kalmak ve diğer müşterilerin yanında konuşmamak kaydıyla- 20$’a indi. Üstelik sabah kahvaltısı ve akşam yemeği dahil!!! Sıcak su, soba ve kalın yorgan+battaniye yeralan geniş ve rustik tarzda döşenmiş oda şu ana kadar kaldığımız en güzel oda diyebiliriz.. Hemen çantaları yukarı taşıyıp bu arada soba için odun istedik; soba çıtır çıtır yanıp odayı ısıtırken biz aşağı inip akşam yemeğimizi yedik ve sonrasında da aşağıdaki sobanın başında kahvelerimizi içtik..

Daha sabah sıcaklığın neredeyse 30 derecelerde olduğu Manta’daydık ve hatta geceyi de sıcağın etkisiyle yarım yamalak uyuyarak geçirmiştik.. Şimdi ise 3900 mt’de bir dağ evinde son derece zevkli döşenmiş bu odada odun sobasının başında keyif yapıyorduk.. Ecuador gerçekten çok ilginç bir ülke.. Doğusunda yağmur ormanları ve Amazonlar, orta kesiminde Ecuador’u kuzeyden güneye boydan boya kateden  5000-6000’lik Sierralar, batısında ise incecik kumuyla Pasifik Sahili ve masmavi koylar.. Türkiye’deki coğrafi ve iklimsel çeşitliliğin belli alanlarda toplanmış hali gibi..


Pasifik Sahili'ndeki 2. Durağımız Manta



22 Şubat 2013 Cuma..  Ekvador’un  en büyük ikinci liman kenti Manta’daki 2. günümüzü bitirdik..  Montanita’dan ayrıldığımız sabah ilk hedefimiz Puerto Cayo’ydu aslında ama yol kenarında inip de karşımıza çıkan ilk tuk-tukla sahile vardığımızda, Puerto Cayo’nun çok da beklediğimize uygun bir yer olmadığına karar verip hemen başka bir tuk-tukla indiğimiz yol kenarına geri gidip arkadan gelecek otobüsü beklemeye koyulduk:)

“Beklediğimize uygundu” ya da “değildi” derken aslında ne söylemek istiyoruz derseniz kısaca şu: Biz gittiğimiz yerlerde öncelikle düzgün, temiz ve güvenli hotel veya hostel arıyoruz.. Bunun için de gidilen yerde biraz insan olması şart, aksi halde hiçbir ticari ortam oluşmuyor ki bu da bizim istediğimiz bir durum değil:) Doğa açısından muhteşem bazı koylar var ama bunun için çadır getirmiş olmak 1, çadır kampı için gereken tüm ekipmana sahip olmak 2, geziyi buna uygun planlayıp bazı şeyleri de getirmemek lazım 3!!! Puerto Cayo son derece sakin, kocaman ve bomboş bir plajı olan ancak konaklama anlamında pek fazla alternatifi olmayan bir yer.. Başka bir zaman, farklı bir şekilde planlanıp çadır kurulup dalgaların sesiyle günlerce kafa dinlenebilecek güzel bir koy..  Bizim gittiğimiz gün belki de sıcaktan etrafta hepi topu 10 tane insan yoktu. İnsan olmayınca haliyle şemsiye-şezlong satan da yoktu, açık bir kafeterya ya da yemek yenilecek bir yer de.. Bir tane hostel bulduk o da “isterseniz kalın istemezseniz siz bilirsiniz havasında” olunca hoşumuza gitmedi ve devam edelim kararı verdik..

Pueto Cayo’dan Manta’ya gelişimiz  yaklaşık 2-2,5 saat sürdü. Önce Puerto Cayo-Jipijapa yaptık; sonra da Portoviejo yol sapağından batıya yani Pasifik Okyanusu’na doğru ilerleyerek Manta’ya ulaştık.

Manta’nın ortasından bir nehir geçip Pasifik’e dökülüyor (Rio Manta) ve bu nehir Manta’yı ikiye bölüyor.. Doğu’da Tarqui Plajı batıda da Mercielago Plajı var ve bu nedenle şehrin bu iki bölgesi de bu plajların isimleriyle anılıyor ve Marcielago daha modern, gelişmiş, zengin, turistik, güvenli… iken Tarqui tam tersini temsil ediyor.

Şehrin en önemli yeri Tarqui Meydanı ile Barbasquillo Meydanı ‘nı birbirine bağlayan uzun ve son derece keyifli Malecon’u.. Biraz erken kalkıp güne sporla başlamak isterseniz -yanınıza mutlaka şapkanızı ve güneş kreminizi almak kaydıyla- denizden gelen  gayet keyifli bir esintiyle bu Malecon’u baştan sona yürümek (veya bisiklet yapabilirsiniz) ve ardından Pasifik Okyanusu’na karşı bir kahve içmek süper olur!!!


Başlıca geçim kaynağı balıkçılık ve ihracat olan Manta’nın büyük ve son derece hareketli bir limanı var. Kuzeyinin biraz daha hareketli ve eğlenceli olduğu söyleniyor ancak bizim planımız buradan tekrar içerilere, dağlara ve volkanlara girmek olduğundan devam etmiyoruz. Pasifik kıyısında yeralan bu pek çok küçük kasabaya Manta terminalinden otobüsler kalkıyor; hem çok sık hem de fiyatları uygun (mesafeye göre değişmek kaydıyla 1-3 $ arasında)..

Biz iki günde hemen hemen şehrin her yerini dolaştık; sahilde yürüyüş yapıp denize girmek için de bu 2 gün yeterli oldu. Hostel rahattı dinlendik ve yine kendimize düzgün ve bol kepçe bir restaurant bulup öğünlerimizi sıkı yedik:) artık tekrar yollara düşmek için hazırız..