25 Nisan 2017 Salı

İsviçre'den ayrılıp Fransa'ya giriyoruz yönümüz Lyon




İsviçre'den ayrılıp Fransa'ya  giriyoruz yönümüz Lyon



İsviçre’deki üçüncü günümüze yine güzel bir güneşle uyanıyoruz. Önümüzde yemyeşil çayırlarla kaplı küçük küçük köyler uzanıyor. Yönümüz Cenevre ve planımız, bugün İsviçre’den ayrılıp Fransa’ya geçmek. Lyon yakınlarında bir yerde yaşadığını bildiğimiz arkadaşlarımız Recai ve Helen'i görmek istiyoruz. Recai'nin eşi Helen Fransız ve tam bir at tutkunu. Uzun yıllardan bu yana Lyon yakınlarında yaşıyorlar. Eskiden çok sayıda atları vardı binicilik ve bakım konusunda çocuklar gençler için dönemsel kurslar düzenliyorlardı. Şimdilerde ise atların sayısını epeyce düşürüp işi hobiye dönüştürmüş ve tüm konsantrasyonlarını “Komutekir” markasıyla ürettirdikleri binici kıyafetlerine yoğunlaştırmış durumdalar.

13 Nisan Pazartesi akşam üzeri Morestel'e ulaşıyoruz. Morestel bizimkilerin yaşadığı yere 20-25 km kadar geride yine bir ortaçağ kenti. Yukarıda gösterişli bir kale, kale etrafında yine daracık sokaklar ve ahşap panjurlu taş evler var. Sokaklar tamamen taş döşeli ama taşlar belli ki gerçekten yüzyıllardan buyana oradalar.. insan sokak aralarında yürürken ister istemez ortaçağı anlatan filmlerden birinde gibi hissediyor. 

Kalenin hemen yanında kilise var, ilk çağlardan buyana din ve idare hep bir arada olmuş. Şehir merkezi eski haliyle korunmuş, dar sokaklarındaki eski yapılar bar yada restoran olarak restore edilmiş. Arabayı park edip biraz yürüdüğümüzde solda bir Türk kebapçıyla karşılaşıyoruz. İçeri girip en azından bir selam verelim diyerek kapıyı araladığımızda Battal’la tanışıyoruz.

Battal Akdağ Maden’li; uzun yıllardır Fransa’da yaşadığını öğreniyoruz. Biraz hoş beş derken tanışıp anlaşıyoruz ama bizim daha yolumuz var kalmamız mümkün değil. Battal’ın taze çayından birer bardak içtikten sonra vedalaşmak istiyoruz derken içeri Batta'ın bir Türk arkadaşı giriyor ve bizim de Türk olduğumuzu görünce elindeki paketi gösterip “abi bunlardan birer tane yemeden bırakmam” diyor.  Neymiş diye pakete bakıyoruz aman Allah'ım tulumba tatlısı !! Ne zamandır yollardayız, tulumba bulur da yemez miyiz ? Hemen ayak üstü birer tatlı atıştırıp yeni gelen arkadaşla da tanışıyoruz. O da Fransa’ya evlenip gelmiş aslen İstanbulluymuş ama o Battal gibi burada mutlu değilmiş çok yakında Türkiye’ye geri dönecekmiş işini de hazırlamış.

Oradan buradan konuşurken konu Recai’ye geliyor; boyu posu saçı derken hemen çıkartıyorlar ve ilk söyledikleri"çok iyi biliyoruz at malzemesi satıyor ama abi o Türk mü? Biz onu Fransız sanıyorduk" oluyor. 

Morestel'e, Battal'a ve arkadaşına tekrar tekrar teşekkür edip vedalaştıktan sonra hava kararmak üzereyken Recai ve Helen’in yaşadığı Veyssilieu’daki çiftliği buluyoruz. Kapıyı Helen açıyor, sımsıcak kucaklaşıyoruz, işte bu muhteşem bir şey! Nerede olursa olsun insanın kendi canından kanından kendi kültüründen biriyle kucaklaşmaya ihtiyacı var; bunu ancak uzun süre ayrı kaldığında farkediyor insan :) 













Kuzeyden güneye İsviçre'yi geçiyoruz





Kuzeyden güneye İsviçre'yi geçiyoruz



Bu sabah pırıl pırıl bir güneşle uyanıyoruz, günlerden Pazar; her yer sessiz, sokaklar bomboş in cin top oynuyor. Bizim yaşadığımız yerlerde Pazar günlerine ciddi bir ticari fırsat gözüyle bakıldığından, kapalı yer görmek pek mümkün değildir. Mobilyacısından bakkal marketine çiçekçisinden nalburuna her yer her daim açıktır. Buralarda tatil dendiğinde gerçekten tatil uygulanıyor.

Dün akşam saatlerinde vardığımız Zürih, hava kararmak üzere olmasına rağmen keyifli görünüyordu. Büyük şehir deyince bizim görmeyi beklediğimiz koca koca binalar ve iç karartıcı hava İsviçre için pek söz konusu değil galiba.  İnsanlar parklarda bahçelerdeler, hava da güzel olduğundan kafeteryalarda masa sandalye bulmak mümkün değil; her renkten her memleketten bir sürü insan sokaklarda salına salına dolaşıyorlar. Hiç birinde bir yerlere yetişme telaşı falan görmüyoruz.

Şehir içinde tüm park alanlarını 10 defa turalamamıza rağmen bir türlü park yeri bulamıyoruz ve biraz şehirden çıkıp oralarda bir yerlerde konaklamaya karar veriyoruz. Aşağı yukarı 30 km kadar ileride solda bir dağın tepesinde Lenzburg Şatosu ile karşılaşınca konaklayacağımız yere geldiğimize kanaat getirip şatonun hemen altındaki otoparka giriyoruz. Bir değişiklik yapıp kahvemizi aşağıdaki Mc Donalds’ta içip bu arada da internete bağlanıp maillerimizi kontrol ettikten sonra arabamıza dönüyoruz. 

Zengin memleket tabii; paraları değerli ekonomileri güçlü halkı eğitimli. Devlet sosyal yaşamın her aşamasında var burada; kurallar yasalar sonsuz. Her yerde tabelalar, işaretler, onu oraya bunu buraya koyacaksın diyor yani öyle kafana göre bir şey yapma şansı bırakmıyor.  Bir açıdan bakıldığında herkesin hakkını gözetmiş kimsenin bir diğerinin hakkını yemesine izin vermemiş oluyor ama diğer yandan da insanların bütün yaratıcılıklarını öldürüyor. İsviçreliler gerçekten çok sıkıcı tipler, bunca kuraldan sonra robot gibi olmuşlar artık L

Lenzburg Şatosu’nu görünce yavaşlayıp sola sinyal verdiğimizde bir anda arkamızda ve önümüzde beliren iki polis arabası tarafından kuşatılıyoruz. Neyse evrak falan derken polis soruyor : İngilizce mi Almanca mı Fransızca mı İtalyanca mı diye sorunca şaşırıyoruz. Aslında şaşırılacak bir şey yok tabii İsviçre böyle. Avrupa’nın tam ortasında olunca bütün bu ülkelere komşu ve tabii ki bu sınır bölgelerinde o ülkelerin dilleri konuşuluyor. İngilizce dedim ben ve ilk soru şuydu: niçin buradasınız? “Seyahat” dedim gülerek. İkinci soru: neden bu kadar yavaş gidiyorsunuz? olunca şaşkınlığımı gizlemeden gülerek  “Arabamız yaşlı, biz de artık pek genç sayılmayız”deyince genç polis biraz yumuşayıp gülümsüyor. Bu arada asık suratlı bayan polis evraklarımı hakkında inceleme yaparken diğer erkek eli belinde silahında hazır bekliyor karşımızda. “Hız limitleri” diye ilave ediyorum, 50-70 kısa bir süre 90 sonra hemen yine 50 hatta okul yakını 30… nasıl gidebiliriz ki?  

Evraklarımızı geri verirken el feneriyle arabanın içini tarayıp toplanmış yatak yorganımızı işaret ederek arabada sizden başka biri var mı deyince ben de “hayır ceset falan taşımıyoruz”  diyorum ve bu kez hepsi birden gülümseyip gevşiyor. Ben de fırsattan istifade hemen konaklamak için güvenli bir yer göstermelerini rica edince yukarıda kalenin otoparkında istediğimiz kadar kalabileceğimizi söylüyorlar. Yani demem o ki sorular böyle, davranış hep robot gibi, hep şüphe, hep endişe var ama beklemedikleri bir şey görünce de hemen gevşeyip rahatlıyorlar.

İsviçre’ye girdiğimizden buyana gözümüzün gördüğü her yer ayrı bir kartpostal sanki. Zirveleri karlı görkemli dağlar, altlarında yemyeşil tepeler, besili birbirinden sağlıklı tertemiz inekler, yeşilliklerin içine serpiştirilmiş güzel boyalı, bakımlı evler. Bu kadar hayvancılık olan köylerde hiç mi tezek kokusu olmaz, köylüler bir tane bile çöp atmazlar mı bu sulara delirtecekler insanı..

Çaylar dereler temiz olunca aktığı göller de tertemiz oluyor tabii ve insanlar göl kenarlarında rahatça yüzebiliyor, çocuklarını yüzdürüp kanolarla gezdirebiliyorlar. Sivrisinekten yanına yaklaşılamayan, pislik içinde dibi görünmeyen ve daha yanına yanaşır yanaşmaz insanın burnunun direğini kıran göllerimizi hatırlıyoruz. Caanım memleketimizi ne hale getirdik el birliğiyle :(

Sabah kahvaltımızı yapar yapmaz hem midemizdekileri eritelim hem de bacaklarımız şöyle bir açılsın diyerek konakladığımız otoparkın hemen üzerindeki Lenzburg Şatosu’nu gezmeye gidiyoruz. Şato 1. yüzyıldan kalma bir yapı zamanında ilticacılar tarafından inşa edilmiş ve sonraki yüzyıllarda da pek çok kez revize edilip bugünkü haline getirilmiş. Avrupa genelinde pek çok yerde bu şekilde direkt kayaya oyulmuş kalelerle, şatolarla sıkça karşılaşıyoruz pek çoğu Unesco tarafından korumaya alınan ve Dünya Mirası Listesi’nde yeralan yapılar.

Yolumuza devam edip öğle saatlerinde Bern’e varıyoruz ama daha şehre yaklaşırken tepeden gördüğümüz manzara öyle  ürkütücü geliyor ki bunca çayır çimen, dağ bayırdan sonra bir başkent çekemeyeceğimize karar veriyoruz. Hemen navigasyonumuza “Lausanne” yazıp yönümüzü Cenevre Gölü’ne çeviriyoruz. Planımız bu gece göl kıyısında bir yerlerde konaklamak.

Fribourg Bern’le Lozan arasında bir ortaçağ kenti. Avrupa’da pek çok bu şekilde ortaçağ kenti görüyoruz hepsinin masallardakine benzer şatomsu kaleleri var. Hepsinde sokaklar dar ve taş döşeli. Evler genelde taştan yapılmış ve orijinallerine uygun olarak korunuyor.

Akşam üzeri ulaştığımız Lozan gerçekten söylendiği kadar güzel bir şehir. Cenevre Gölü kıyısındaki şehirde her yerde  parklar ve bahçeler var; yeşile inanılmaz bir alan ayrılmış. Güneşi gören herkes çimenlere uzanmış, etrafta mevsimin tüm çiçekleri rengarenk. Göl kenarındaki semtler birbirinden güzel ve son derece şık bahçeli evlerle dolu. Burada da balkon keyfi var :) baharın gelmesiyle beraber insanlar balkonlarına çıkmış güneşlenip sohbet ediyorlar.

Tarih derslerinden hatırladığımız bu şehir, Kurtuluş Savaşı sonrasında Ankara’da kurulan TBMM’nin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin tanınmasını, ayrıca da Osmanlı Devleti’nin imzaladığı Sevr Anlaşması ile kaybedilen hakların pek çoğunun geri alınmasını sağlayan Lozan Antlaşması’nın imzalandığı yer.

Şehri biraz dolaştıktan sonra göl kıyısından devam edip önce Mondes’i sonra da Nyon’u görüyoruz. Lozanlılar gerçekten çok şanslılar; bana biraz İzmir’in 15 sene önceki hallerini hatırlattı burası aslında. Büyük şehirde yaşayan ama yarım saat kırkbeş dakika içinde hemen ulaşılabilecek mesafede muhteşem sayfiye yerleri olan güzel insanlar. Bahar ve yaz akşamları İzmir Körfezi’ni seyrederek çimenlere uzanıp sohbet edebilen, sevdikleriyle birlikte yanlarında piknik çantaları ağaçların gölgesinde keyif yapabilen ah o şanslı İzmirliler !! :)


Tabii buralarda en önemli fark, yerlerde bir tane bile çöp olmaması, daha doğrusu insanların çöp bırakmaması. Öyle 20 kişi koca bir yaygının etrafında toplanıp, karpuzlar kesip çay demleyip arabanın teybini de sonuna kadar açıp çevreyi rahatsız edecek şeyler yapamıyorlar buralarda. Genelde çöp üretmeyen soğuk içecek ve sandviçlerle yetinip güneşin, yeşilin, denizin keyfini çıkarıyorlar, böylece arkalarından gelenler de aynı şekilde mutlu mesut aynı doğayı kullanabiliyor. 

Her yer kartpostaldan fırlamış gibi, istisnasız her yerde insan eli her şey düzenlenmiş çiçekler neredeyse sayıyla dikilmiş hepsi simetrik.. şimdilerde büyük şehirlerimizin bazılarında görmeye başladığımız şehiriçi peyzaj çalışmaları buralarda sıradanlaşmış ve insan manzaralarıyla bütünleşmiş..

İyi seyirler :) 

Konstanz Gölü Almanya-İsviçre sınırında



İsviçre'ye girer girmez ilk şehir Zürich






































Avusturya Göller Bölgesi'ndeyiz



Wolfgang Gölü'nü geziyoruz (St.Wolfgang- St.Gilgen )


Hallstatt’ta 1 gece kaldıktan sonra tekrar Bad Ischl’a dönüp oradan da Salzburg’a doğru devam ediyoruz. Hedefimiz yolumuz üzerindeki göllerden biri ve en büyüğü Wolfgang Gölü’nü görmek. Bu bölge Avusturya’nın meşhur göller bölgesi. Hepsi birbirinden güzel doğa harikası göller, etraflarında yemyeşil ormanlar ve işaretli yürüyüş parkurlarıyla özellikle bahar ve yaz aylarında adeta cennetten bir parça gibi buralar.

Sabah Hallstatt’ta uyandığımızda karşılaştığımız kar manzaralarından sonra yavaş yavaş kendini gösteren tatlı güneş hoşumuza gidiyor. St.Wolfgang küçücük bir köy;  arabayı bırakmak için  köyün girişindeki park alanına giriyoruz; fiyat 4€. Hemen görevliye soruyoruz bu 4€ ne kadar süre için? “tam gün” diyor. Biz sadece  birkaç saat kalacağımızı söyleyip daha uygun bir park alanı var mı diye sorunca görevli bizi direkt köyün merkezindeki parkomatlara yönlendiriyor ve açıklıyor : İlk 20 dakika bedava, sonraki 1 saat 0,50€, 2 saat 1€.

Köyün merkezinde hem de kilisenin tam karşısında bulduğumuz park yeri tam bize göre : sadece 1€’ya 2,5 saate yakın kalıyoruz ve bu süre içinde hem kahvaltımızı  yapıyor hem de köyü güzelce geziyoruz. Hava yavaş yavaş tekrar bozulmaya dönerken park süremiz de doluyor ve biz de St.Wolfgang’den ayrılıp yolumuzun üzerindeki diğer durağımız St. Gilgen’e doğru hareket ediyoruz.

Yaklaşık 20 km kadar ilerideki St.Gilgen lapa lapa karla karşılıyor biziL Oysa birkaç yıl önceki bir Viyana seyahatimizde buralarda trekking yapmış, teleferikle tepeye çıkmış,  ring tur yapan küçük bir tekneyle gölde gezmiştik.  Öyle bir kar yağıyor ki göz gözü görmüyor, ortalarda bir Allah’ın kulu yok. Tek bir  turist otobüsü var, onlar da rehberlerinin talimatıyla koşa koşa tur teknesine binip gözden kalbolmuş durumdalar.

Daha yarım saat önce St.Wolfgang’da pırıl pırıl güneş altında gezerken bu kar fırtınası nereden geldi anlayamıyoruz ama heralde biz de bir şey var zira nereye gitsek karı da peşimizde götürüyoruz :( Böylece ayrıldığımız St.Gilgen’densonra durağımız Salzburg.

Yönümüz Salzburg ama biraz ilerleyip de Salzburg’a doğru yaklaştığımızda görüyoruz ki hava aynı, yol boyu devam eden kar Salzburg’da da bizimle.. Otobanın sağ tarafında bulduğumuz bir MC Donalds’a girip hem wi-fi yapıp mesajlarımıza bakalım hem de kısa bir atıştırma molası verelim diyoruz. İnternete bağlanır bağlanmaz telefonumuza mesajlar düşmeye başlıyor, ilk mesaj Almanya’daki arkadaşımızdan: Münih yakınlarında bir yerde tamirhanesi olan birini öneriyor. Paskalya tatili dolayısıyla her yer kapalı ama bu kişi Türk ve tamirhanesi atölye gibi bir yer; dolayısıyla gece gündüz tatil demeden istediği zaman çalışabiliyor. :)  

Viyana yakınlarında verdiği ikinci alarm sonrasında arabayı epeyce temkinli kullanıyoruz. Viyana’da bulduğumuz tamirci Recep Usta şanzımana kalınca bir yağ koydu ama ilk fırsatta bu sorunu çözmemiz gerektiğini biliyoruz. Hazır böyle kar kıyamet varken bir an önce şu tamirciyi bulalım da arabayı yaptıralım diyoruz. Aksi halde önümüzdeki 5000 km’lik (min.) yol işkenceye dönüşecek.  Evet,  Mc Donalds çıkışı kararımız bu : Salzburg’u da kar ve fırtınayla baş başa bırakıp Münih’e doğru yola koyuluyoruz.

Buralarda tatil tatil demek. Öyle bizdeki gibi “aman tatil olunca buralar dolar taşar tam para kazanma zamanı” deyip dükkanlar falan açık tutulmuyor. Hem St. Gilgen’de hem de St. Wolfgang’de sadece bir pastane ile hediyelik eşya satan 2-3 yer gördük; diğerlerinin tamamı tamamen kapalıydılar; yanımızda yiyeceğimiz falan olmasa aç kalacaktık heralde :)

Ulm’e 30 km mesafede yeralan Balzheim’daki adrese ulaştığımızda saat 20.00 ve hava tamamen kararmış durumdaydı. Tamirhaneleri olduğu söylenen Türk ailenin evi köyün hemen girişinde; navigasyon bizi kapının önüne kadar getiriyor.

Çetin ailesi aslen Lüleburgazlı; 1970’lerde önce anne Ayten Hanım Almanya’ya gelmiş, ardından eşi Ahmet Bey’i getirmiş. Onlar da Almanya’ya gelen pek çok Türk ailesinin yaşadığı gibi son derece zor günler geçirdikten sonra burada kendilerine bir düzen kurmuşlar. Sibel ve Murat’ın doğumu 80’lerin ortalarına doğru gerçekleşmiş derken artık buralı olmuşlar.

Arkadaşımız geleceğimizi söylediğinden, Ahmet Bey ve Ayten Hanım’ı dört gözle bizi bekler buluyoruz. Hemen yemekler hazırlanıp çaylar demleniyor ve sağolsunlar Türk geleneklerine uygun şekilde bizi misafir ediyorlar. Günün yorgunluğuyla akşam yanlarından erken ayrılıyoruz, planımız yarın biran önce kalkıp hemen arabanın işini halledip tekrar yola devam etmek.

Sabah olunca erkenden Murat’ın tamirhanesine gidiyoruz araba lifte kaldırılıyor, birkaç araştırmadan sonra şanzıman arızasının teşhisi konuluyor ama iş öyle sandığımız gibi kolay değil; parça değişmesi lazım. Paskalya tatili dolayısıyla ihtiyacımız olan parçayı sipariş verip getirtmemiz ise en erken 3 gün, yapabileceğimiz hiçbir şey yok :(

Salı’ya kadar önümüzde 2 gün var, araba lift’te olunca başka çaremiz yok; birkaç parça eşya alıp Ayten Hanım’a taşınıyoruz J Bizi güleryüzle karşılayıp “bu arada fırsat varken  çamaşırlarınız varsa yıkayalım” diyor.  Bora tamirhanede Ahmet Bey’le Murat’ın tamirini yaptığı diğer arabalara yardım ederken ben de evde Ayten Hanım’a yemektir, bulaşıktır, alışveriştir yardım ediyorum. Kızları Sibel ve 10 aylık oğlu Erdem bizi gün boyu oyalıyor, kahve içip sohbet edip bebek seviyoruz derken 2 günün sonunda parça ulaşıyor. Murat Çarşamba sabahı elinde parça geliyor ama beklediğimiz mutluluk yok yüzünde, “yanlış parça gelmiş” diyor. Demek bu işler sadece bizim memleketimizde olmuyorL insan heryerde insan. Hayal kırıklığımızın tarifi yok; ikimiz de dokunsalar ağlayacak gibiyiz ama çaktırmamaya çalışıyoruz tabii. Murat sabah parçayı görür görmez siparişi yenilemiş, yenisi yarın elimizde olacakmış. N’apalım bir gün daha  Erdem’i sıkıştırmaya devam edeceğiz J

Artık biz de aileden gibiyiz; ben Ayten Abla’yla birlikte sabah kahvaltısını hazırlıyorum, kahvaltıdan sonra erkekleri tamirhaneye işe uğurluyoruz sonra evimizi toparlayıp ya Sibel’e gidiyoruz ya da Sibel bize geliyor kahve yapıp sohbet edip bebek seviyoruz. Akşama doğru da yine yemek hazırlıyoruz.

Perşembe günü sonunda parça geliyor; yine tam istediğimiz gibi kalın değil ama artık ne benim ne de Bora’nın daha fazla beklemeye tahammülü var. Bora kolları sıvayıp işe girişiyor, bir gün önce gelen parçayla bu son geleni üst üste takıp hemen hemen orijinaline yakın kalınlıkta bir parça elde

ederek şanzımandaki yağ sızıntısını kesiyor.

Arabanın son kontrolleri de yapılıyor, artık yola çıkmaya hazırız. Çetin ailesiyle tanışmaktan mutluyuz, karşılıklı telefon adres falan alıp veriyoruz artık onların Burhaniye’de bizim de Balzheim’de bir evimiz var :)