Kuzeyden güneye İsviçre'yi geçiyoruz
Bu sabah pırıl pırıl bir güneşle uyanıyoruz, günlerden
Pazar; her yer sessiz, sokaklar bomboş in cin top oynuyor. Bizim yaşadığımız
yerlerde Pazar günlerine ciddi bir ticari fırsat gözüyle bakıldığından, kapalı
yer görmek pek mümkün değildir. Mobilyacısından bakkal marketine çiçekçisinden
nalburuna her yer her daim açıktır. Buralarda tatil dendiğinde gerçekten tatil
uygulanıyor.
Dün akşam saatlerinde vardığımız Zürih, hava kararmak
üzere olmasına rağmen keyifli görünüyordu. Büyük şehir deyince bizim görmeyi
beklediğimiz koca koca binalar ve iç karartıcı hava İsviçre için pek söz konusu
değil galiba. İnsanlar parklarda
bahçelerdeler, hava da güzel olduğundan kafeteryalarda masa sandalye bulmak
mümkün değil; her renkten her memleketten bir sürü insan sokaklarda salına
salına dolaşıyorlar. Hiç birinde bir yerlere yetişme telaşı falan görmüyoruz.
Şehir içinde tüm park alanlarını 10 defa turalamamıza
rağmen bir türlü park yeri bulamıyoruz ve biraz şehirden çıkıp oralarda bir
yerlerde konaklamaya karar veriyoruz. Aşağı yukarı 30 km kadar ileride solda
bir dağın tepesinde Lenzburg Şatosu ile karşılaşınca konaklayacağımız yere
geldiğimize kanaat getirip şatonun hemen altındaki otoparka giriyoruz. Bir
değişiklik yapıp kahvemizi aşağıdaki Mc Donalds’ta içip bu arada da internete
bağlanıp maillerimizi kontrol ettikten sonra arabamıza dönüyoruz.
Zengin memleket tabii; paraları değerli ekonomileri
güçlü halkı eğitimli. Devlet sosyal yaşamın her aşamasında var burada; kurallar
yasalar sonsuz. Her yerde tabelalar, işaretler, onu oraya bunu buraya
koyacaksın diyor yani öyle kafana göre bir şey yapma şansı bırakmıyor. Bir açıdan bakıldığında herkesin hakkını
gözetmiş kimsenin bir diğerinin hakkını yemesine izin vermemiş oluyor ama diğer
yandan da insanların bütün yaratıcılıklarını öldürüyor. İsviçreliler gerçekten
çok sıkıcı tipler, bunca kuraldan sonra robot gibi olmuşlar artık L
Lenzburg Şatosu’nu görünce yavaşlayıp sola sinyal
verdiğimizde bir anda arkamızda ve önümüzde beliren iki polis arabası
tarafından kuşatılıyoruz. Neyse evrak falan derken polis soruyor : İngilizce mi
Almanca mı Fransızca mı İtalyanca mı diye sorunca şaşırıyoruz. Aslında
şaşırılacak bir şey yok tabii İsviçre böyle. Avrupa’nın tam ortasında olunca bütün
bu ülkelere komşu ve tabii ki bu sınır bölgelerinde o ülkelerin dilleri
konuşuluyor. İngilizce dedim ben ve ilk soru şuydu: niçin buradasınız?
“Seyahat” dedim gülerek. İkinci soru: neden bu kadar yavaş gidiyorsunuz? olunca
şaşkınlığımı gizlemeden gülerek “Arabamız yaşlı, biz de artık pek genç
sayılmayız”deyince genç polis biraz yumuşayıp gülümsüyor. Bu arada asık suratlı
bayan polis evraklarımı hakkında inceleme yaparken diğer erkek eli belinde
silahında hazır bekliyor karşımızda. “Hız limitleri” diye ilave ediyorum, 50-70
kısa bir süre 90 sonra hemen yine 50 hatta okul yakını 30… nasıl gidebiliriz
ki?
Evraklarımızı geri verirken el feneriyle arabanın
içini tarayıp toplanmış yatak yorganımızı işaret ederek arabada sizden başka
biri var mı deyince ben de “hayır ceset falan taşımıyoruz” diyorum ve bu kez hepsi birden gülümseyip
gevşiyor. Ben de fırsattan istifade hemen konaklamak için güvenli bir yer
göstermelerini rica edince yukarıda kalenin otoparkında istediğimiz kadar
kalabileceğimizi söylüyorlar. Yani demem o ki sorular böyle, davranış hep robot
gibi, hep şüphe, hep endişe var ama beklemedikleri bir şey görünce de hemen
gevşeyip rahatlıyorlar.
İsviçre’ye girdiğimizden buyana gözümüzün gördüğü her
yer ayrı bir kartpostal sanki. Zirveleri karlı görkemli dağlar, altlarında
yemyeşil tepeler, besili birbirinden sağlıklı tertemiz inekler, yeşilliklerin
içine serpiştirilmiş güzel boyalı, bakımlı evler. Bu kadar hayvancılık olan köylerde
hiç mi tezek kokusu olmaz, köylüler bir tane bile çöp atmazlar mı bu sulara
delirtecekler insanı..
Çaylar dereler temiz olunca aktığı göller de tertemiz
oluyor tabii ve insanlar göl kenarlarında rahatça yüzebiliyor, çocuklarını
yüzdürüp kanolarla gezdirebiliyorlar. Sivrisinekten yanına yaklaşılamayan,
pislik içinde dibi görünmeyen ve daha yanına yanaşır yanaşmaz insanın burnunun
direğini kıran göllerimizi hatırlıyoruz. Caanım memleketimizi ne hale getirdik
el birliğiyle :(
Sabah kahvaltımızı yapar yapmaz hem midemizdekileri
eritelim hem de bacaklarımız şöyle bir açılsın diyerek konakladığımız otoparkın
hemen üzerindeki Lenzburg Şatosu’nu gezmeye gidiyoruz. Şato 1. yüzyıldan kalma
bir yapı zamanında ilticacılar tarafından inşa edilmiş ve sonraki yüzyıllarda da
pek çok kez revize edilip bugünkü haline getirilmiş. Avrupa genelinde pek çok
yerde bu şekilde direkt kayaya oyulmuş kalelerle, şatolarla sıkça
karşılaşıyoruz pek çoğu Unesco tarafından korumaya alınan ve Dünya Mirası
Listesi’nde yeralan yapılar.
Yolumuza devam edip öğle saatlerinde Bern’e varıyoruz
ama daha şehre yaklaşırken tepeden gördüğümüz manzara öyle ürkütücü geliyor ki bunca çayır çimen, dağ
bayırdan sonra bir başkent çekemeyeceğimize karar veriyoruz. Hemen
navigasyonumuza “Lausanne” yazıp yönümüzü Cenevre Gölü’ne çeviriyoruz. Planımız
bu gece göl kıyısında bir yerlerde konaklamak.
Fribourg Bern’le Lozan arasında bir ortaçağ kenti.
Avrupa’da pek çok bu şekilde ortaçağ kenti görüyoruz hepsinin masallardakine
benzer şatomsu kaleleri var. Hepsinde sokaklar dar ve taş döşeli. Evler genelde
taştan yapılmış ve orijinallerine uygun olarak korunuyor.
Akşam üzeri ulaştığımız Lozan gerçekten söylendiği
kadar güzel bir şehir. Cenevre Gölü kıyısındaki şehirde her yerde parklar ve bahçeler var; yeşile inanılmaz bir
alan ayrılmış. Güneşi gören herkes çimenlere uzanmış, etrafta mevsimin tüm
çiçekleri rengarenk. Göl kenarındaki semtler birbirinden güzel ve son derece
şık bahçeli evlerle dolu. Burada da balkon keyfi var :) baharın gelmesiyle beraber insanlar balkonlarına
çıkmış güneşlenip sohbet ediyorlar.
Tarih derslerinden hatırladığımız bu şehir, Kurtuluş
Savaşı sonrasında Ankara’da kurulan TBMM’nin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin
tanınmasını, ayrıca da Osmanlı Devleti’nin imzaladığı Sevr Anlaşması ile
kaybedilen hakların pek çoğunun geri alınmasını sağlayan Lozan Antlaşması’nın
imzalandığı yer.
Şehri biraz dolaştıktan sonra göl kıyısından devam
edip önce Mondes’i sonra da Nyon’u görüyoruz. Lozanlılar gerçekten çok
şanslılar; bana biraz İzmir’in 15 sene önceki hallerini hatırlattı burası aslında.
Büyük şehirde yaşayan ama yarım saat kırkbeş dakika içinde hemen ulaşılabilecek
mesafede muhteşem sayfiye yerleri olan güzel insanlar. Bahar ve yaz akşamları İzmir
Körfezi’ni seyrederek çimenlere uzanıp sohbet edebilen, sevdikleriyle birlikte
yanlarında piknik çantaları ağaçların gölgesinde keyif yapabilen ah o şanslı
İzmirliler !! :)
Tabii buralarda en önemli fark, yerlerde bir tane bile
çöp olmaması, daha doğrusu insanların çöp bırakmaması. Öyle 20 kişi koca bir
yaygının etrafında toplanıp, karpuzlar kesip çay demleyip arabanın teybini de
sonuna kadar açıp çevreyi rahatsız edecek şeyler yapamıyorlar buralarda. Genelde
çöp üretmeyen soğuk içecek ve sandviçlerle yetinip güneşin, yeşilin, denizin
keyfini çıkarıyorlar, böylece arkalarından gelenler de aynı şekilde mutlu mesut
aynı doğayı kullanabiliyor.
Her yer kartpostaldan fırlamış gibi, istisnasız her yerde insan eli her şey düzenlenmiş çiçekler neredeyse sayıyla dikilmiş hepsi simetrik.. şimdilerde büyük şehirlerimizin bazılarında görmeye başladığımız şehiriçi peyzaj çalışmaları buralarda sıradanlaşmış ve insan manzaralarıyla bütünleşmiş..
İyi seyirler :)
|
Konstanz Gölü Almanya-İsviçre sınırında |
|
İsviçre'ye girer girmez ilk şehir Zürich |