25 Nisan 2017 Salı

Kuzeyden güneye İsviçre'yi geçiyoruz





Kuzeyden güneye İsviçre'yi geçiyoruz



Bu sabah pırıl pırıl bir güneşle uyanıyoruz, günlerden Pazar; her yer sessiz, sokaklar bomboş in cin top oynuyor. Bizim yaşadığımız yerlerde Pazar günlerine ciddi bir ticari fırsat gözüyle bakıldığından, kapalı yer görmek pek mümkün değildir. Mobilyacısından bakkal marketine çiçekçisinden nalburuna her yer her daim açıktır. Buralarda tatil dendiğinde gerçekten tatil uygulanıyor.

Dün akşam saatlerinde vardığımız Zürih, hava kararmak üzere olmasına rağmen keyifli görünüyordu. Büyük şehir deyince bizim görmeyi beklediğimiz koca koca binalar ve iç karartıcı hava İsviçre için pek söz konusu değil galiba.  İnsanlar parklarda bahçelerdeler, hava da güzel olduğundan kafeteryalarda masa sandalye bulmak mümkün değil; her renkten her memleketten bir sürü insan sokaklarda salına salına dolaşıyorlar. Hiç birinde bir yerlere yetişme telaşı falan görmüyoruz.

Şehir içinde tüm park alanlarını 10 defa turalamamıza rağmen bir türlü park yeri bulamıyoruz ve biraz şehirden çıkıp oralarda bir yerlerde konaklamaya karar veriyoruz. Aşağı yukarı 30 km kadar ileride solda bir dağın tepesinde Lenzburg Şatosu ile karşılaşınca konaklayacağımız yere geldiğimize kanaat getirip şatonun hemen altındaki otoparka giriyoruz. Bir değişiklik yapıp kahvemizi aşağıdaki Mc Donalds’ta içip bu arada da internete bağlanıp maillerimizi kontrol ettikten sonra arabamıza dönüyoruz. 

Zengin memleket tabii; paraları değerli ekonomileri güçlü halkı eğitimli. Devlet sosyal yaşamın her aşamasında var burada; kurallar yasalar sonsuz. Her yerde tabelalar, işaretler, onu oraya bunu buraya koyacaksın diyor yani öyle kafana göre bir şey yapma şansı bırakmıyor.  Bir açıdan bakıldığında herkesin hakkını gözetmiş kimsenin bir diğerinin hakkını yemesine izin vermemiş oluyor ama diğer yandan da insanların bütün yaratıcılıklarını öldürüyor. İsviçreliler gerçekten çok sıkıcı tipler, bunca kuraldan sonra robot gibi olmuşlar artık L

Lenzburg Şatosu’nu görünce yavaşlayıp sola sinyal verdiğimizde bir anda arkamızda ve önümüzde beliren iki polis arabası tarafından kuşatılıyoruz. Neyse evrak falan derken polis soruyor : İngilizce mi Almanca mı Fransızca mı İtalyanca mı diye sorunca şaşırıyoruz. Aslında şaşırılacak bir şey yok tabii İsviçre böyle. Avrupa’nın tam ortasında olunca bütün bu ülkelere komşu ve tabii ki bu sınır bölgelerinde o ülkelerin dilleri konuşuluyor. İngilizce dedim ben ve ilk soru şuydu: niçin buradasınız? “Seyahat” dedim gülerek. İkinci soru: neden bu kadar yavaş gidiyorsunuz? olunca şaşkınlığımı gizlemeden gülerek  “Arabamız yaşlı, biz de artık pek genç sayılmayız”deyince genç polis biraz yumuşayıp gülümsüyor. Bu arada asık suratlı bayan polis evraklarımı hakkında inceleme yaparken diğer erkek eli belinde silahında hazır bekliyor karşımızda. “Hız limitleri” diye ilave ediyorum, 50-70 kısa bir süre 90 sonra hemen yine 50 hatta okul yakını 30… nasıl gidebiliriz ki?  

Evraklarımızı geri verirken el feneriyle arabanın içini tarayıp toplanmış yatak yorganımızı işaret ederek arabada sizden başka biri var mı deyince ben de “hayır ceset falan taşımıyoruz”  diyorum ve bu kez hepsi birden gülümseyip gevşiyor. Ben de fırsattan istifade hemen konaklamak için güvenli bir yer göstermelerini rica edince yukarıda kalenin otoparkında istediğimiz kadar kalabileceğimizi söylüyorlar. Yani demem o ki sorular böyle, davranış hep robot gibi, hep şüphe, hep endişe var ama beklemedikleri bir şey görünce de hemen gevşeyip rahatlıyorlar.

İsviçre’ye girdiğimizden buyana gözümüzün gördüğü her yer ayrı bir kartpostal sanki. Zirveleri karlı görkemli dağlar, altlarında yemyeşil tepeler, besili birbirinden sağlıklı tertemiz inekler, yeşilliklerin içine serpiştirilmiş güzel boyalı, bakımlı evler. Bu kadar hayvancılık olan köylerde hiç mi tezek kokusu olmaz, köylüler bir tane bile çöp atmazlar mı bu sulara delirtecekler insanı..

Çaylar dereler temiz olunca aktığı göller de tertemiz oluyor tabii ve insanlar göl kenarlarında rahatça yüzebiliyor, çocuklarını yüzdürüp kanolarla gezdirebiliyorlar. Sivrisinekten yanına yaklaşılamayan, pislik içinde dibi görünmeyen ve daha yanına yanaşır yanaşmaz insanın burnunun direğini kıran göllerimizi hatırlıyoruz. Caanım memleketimizi ne hale getirdik el birliğiyle :(

Sabah kahvaltımızı yapar yapmaz hem midemizdekileri eritelim hem de bacaklarımız şöyle bir açılsın diyerek konakladığımız otoparkın hemen üzerindeki Lenzburg Şatosu’nu gezmeye gidiyoruz. Şato 1. yüzyıldan kalma bir yapı zamanında ilticacılar tarafından inşa edilmiş ve sonraki yüzyıllarda da pek çok kez revize edilip bugünkü haline getirilmiş. Avrupa genelinde pek çok yerde bu şekilde direkt kayaya oyulmuş kalelerle, şatolarla sıkça karşılaşıyoruz pek çoğu Unesco tarafından korumaya alınan ve Dünya Mirası Listesi’nde yeralan yapılar.

Yolumuza devam edip öğle saatlerinde Bern’e varıyoruz ama daha şehre yaklaşırken tepeden gördüğümüz manzara öyle  ürkütücü geliyor ki bunca çayır çimen, dağ bayırdan sonra bir başkent çekemeyeceğimize karar veriyoruz. Hemen navigasyonumuza “Lausanne” yazıp yönümüzü Cenevre Gölü’ne çeviriyoruz. Planımız bu gece göl kıyısında bir yerlerde konaklamak.

Fribourg Bern’le Lozan arasında bir ortaçağ kenti. Avrupa’da pek çok bu şekilde ortaçağ kenti görüyoruz hepsinin masallardakine benzer şatomsu kaleleri var. Hepsinde sokaklar dar ve taş döşeli. Evler genelde taştan yapılmış ve orijinallerine uygun olarak korunuyor.

Akşam üzeri ulaştığımız Lozan gerçekten söylendiği kadar güzel bir şehir. Cenevre Gölü kıyısındaki şehirde her yerde  parklar ve bahçeler var; yeşile inanılmaz bir alan ayrılmış. Güneşi gören herkes çimenlere uzanmış, etrafta mevsimin tüm çiçekleri rengarenk. Göl kenarındaki semtler birbirinden güzel ve son derece şık bahçeli evlerle dolu. Burada da balkon keyfi var :) baharın gelmesiyle beraber insanlar balkonlarına çıkmış güneşlenip sohbet ediyorlar.

Tarih derslerinden hatırladığımız bu şehir, Kurtuluş Savaşı sonrasında Ankara’da kurulan TBMM’nin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin tanınmasını, ayrıca da Osmanlı Devleti’nin imzaladığı Sevr Anlaşması ile kaybedilen hakların pek çoğunun geri alınmasını sağlayan Lozan Antlaşması’nın imzalandığı yer.

Şehri biraz dolaştıktan sonra göl kıyısından devam edip önce Mondes’i sonra da Nyon’u görüyoruz. Lozanlılar gerçekten çok şanslılar; bana biraz İzmir’in 15 sene önceki hallerini hatırlattı burası aslında. Büyük şehirde yaşayan ama yarım saat kırkbeş dakika içinde hemen ulaşılabilecek mesafede muhteşem sayfiye yerleri olan güzel insanlar. Bahar ve yaz akşamları İzmir Körfezi’ni seyrederek çimenlere uzanıp sohbet edebilen, sevdikleriyle birlikte yanlarında piknik çantaları ağaçların gölgesinde keyif yapabilen ah o şanslı İzmirliler !! :)


Tabii buralarda en önemli fark, yerlerde bir tane bile çöp olmaması, daha doğrusu insanların çöp bırakmaması. Öyle 20 kişi koca bir yaygının etrafında toplanıp, karpuzlar kesip çay demleyip arabanın teybini de sonuna kadar açıp çevreyi rahatsız edecek şeyler yapamıyorlar buralarda. Genelde çöp üretmeyen soğuk içecek ve sandviçlerle yetinip güneşin, yeşilin, denizin keyfini çıkarıyorlar, böylece arkalarından gelenler de aynı şekilde mutlu mesut aynı doğayı kullanabiliyor. 

Her yer kartpostaldan fırlamış gibi, istisnasız her yerde insan eli her şey düzenlenmiş çiçekler neredeyse sayıyla dikilmiş hepsi simetrik.. şimdilerde büyük şehirlerimizin bazılarında görmeye başladığımız şehiriçi peyzaj çalışmaları buralarda sıradanlaşmış ve insan manzaralarıyla bütünleşmiş..

İyi seyirler :) 

Konstanz Gölü Almanya-İsviçre sınırında



İsviçre'ye girer girmez ilk şehir Zürich






































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder