28 Mayıs 2013 Salı

Karnaval Şehri Oruro


24 Ocak 2013 Perşembe..  Sucre’den dün saat 21.00’de hareket eden otobüsle 10 saat yolculuk sonrası Oruro’ya vardık;  Sucre-Oruro arası yol son derece düzgün; herhangi bir rahatsızlık yaşamadan olması gereken saatte yani sabah saat 05.00’te Oruro terminalindeydik.


Sabahları bu saatlerde terminaller pek de hoş olmuyorlar açıkçası.. Her yer kapalı, hava karanlık, yerlerde kıyı köşelerde uyuyanlar, taksicilerin meraklı bakışları..  “Hemen bir hostel bulup biraz kestirelim sonra da şehri dolaşmaya çıkarız” diyerek etrafa bakınmaya başladık. Terminal civarında geceliği 200-250 BOB’dan birkaç otel dışında aradığımız gibi bir yer bulamadık; hafiften hava da aydınlanmaya başladığı sırada sonradan Güney Koreli olduğunu öğrendiğimiz Cyan’la karşılaştık. O da aynı şekilde bu sabah Sucre’den gelmiş ve hostel bakıyormuş; neyse hep beraber bir taksiye atlayıp şehir merkezine gitmeye karar verdik.

Şehir merkezi yaklaşık 10 dk mesafedeydi ancak bu saatlerde orada da durum terminaldekinden pek farklı değildi. Taksici bizi bıraktıktan itibaren 45 dk-1 saat boyunca sırtımızda çantalar o otel senin bu otel benim dolaştık; hepsi birkaç kapı üst üste şekilde kilitli, içeride ne bir ışık ne bir hareket, ziller cevap vermez durumda epey bir yer gezdik.. Neyse sonunda saat 07.00’ye doğru otellerden birinde bir hareket belirdi ve biz de hemen kapısında beliriverdik.. İngilizce-İspanyolca derdimizi anlattıktan sonra şükürler olsun ki hem wi-fi hem kahvaltısı hem de hepimize birden uygun odası olan bu otele yerleşmeye karar verdik. Hemen çantaları odaya bırakıp kahvaltıya çıktık; kahvaltı sonrasında artık ayakta duracak halimiz olmadığından birkaç saatliğine kestirmek üzere yataklara koştuk..Uyandığımızda saat 13.00 civarıydı ve karnımız açtı.. Toparlanıp hem şehri gezmek hem de yiyecek  bir şeyler almak üzere dışarı çıktık.

Oruro deniz seviyesinden 3710 mt yüksekte, Bolivya’nın büyük kentlerinden biri, folklorik başkent olarak anılıyor, en büyük olayı da Oruro Karnaval’ı..  Her yerde 9 Şubat’ta başlayacak ve 3 gün sürecek karnaval için hazırlıklar var. Bütün her yer bakımdan geçiyor, eksikler tamamlanıyor ve Oruro karnaval için gelecek yerli ve yabancı misafirlerini ağırlamak üzere harıl harıl çalışıyor.

Şehirde Plaza Principal ve civarındaki hareketli sokaklar dışında pek de gezilecek bir yer yok. Güney Amerika’nın diğer yerlerinde olduğu gibi burada da her 3 dükkandan biri farmacia yani eczane, ama raflarda ilaç dışında hemen her şey var;  geri kalan 2 dükkandan biri cep telefoncu diğeri de ya bakkal ya da fotokopici!!

Bu arada Oruro’da tepede devasa bir Meryem Ana heykeli var; diğer şehirlerde mirador diye geçen ve şehrin en yüksek tepesinde yeralan fotoğraf noktası burada galiba bu heykelin olduğu tepe.. Karnımızı doyurur doyurmaz hemen tepeye giden bir minibüse atladık; yaklaşık 15 dk sonra tepenin bir alt noktasında gecekondu mahallesi benzeri bir yerdeydik.  Yürüyerek heykelin olduğu yere çıktık; İsa’nın başı kenarda duruyordu henüz kaidesine konmamıştı  ama çalışmalar devam ediyordu; belli ki bu da karnavala kadar bitirilmesi gerekenler arasındaydı.. Belki de hafta içi olmasından pek fazla ziyaretçisi yoktu; biz dahil toplam 10-15 kişiydik. Buradan şehrin kenarında yeraldığı  Uru-Uru Gölü’ne kadar hemen hemen 270 derecelik bir Oruro manzarası görmek mümkün.. Biraz fotoğraf çekip temiz ve serince havanın keyfini çıkardıktan sonra yavaş yavaş yürüyerek aşağıya şehre inip, Mercado Central denen bizdeki Kemeraltı yada Mahmutpaşa benzeri yerde dolaştık.

Meyve sebzeden pastaya, cep telefonundan elbiselik kumaşa, ekmekten kırmızı ete, oyuncaktan çantaya ve defter kitaba ne ararsanız bulabileceğiniz Mercado Central, saat 19.00’dan itibaren tam anlamıyla bir “açık lokantaya” dönüşüyor. Tavuk çevirme başta olmak üzere, etler yumurtalar kızgın yağlarda pişirilip salçalı soğanlı soslarla hamburgere benzer şekilde ekmek arası  servis ediliyor, gözleme benzeri börekler yanında kayısı şerbetiyle satılıyor, tencereler içinde kavrulan etler, haşlanmış patates ve salatayla tabaklara konuyor. Herkes çoluk çocuk bir kenara oturup akşam yemeği işini hem pratik hem de ucuza sokakta çözüyor.. Biz ise bütün bu manzaraları seyredip yeterince doyduğumuza kanaat getirdikten sonra hastalıktan yeni kurtulan midelerimiz için biraz peynir, ekmek ve meyve alıp tekrar otele dönüyoruz:( 

Gece sokaktan gelen müzik sesleriyle irkiliyoruz; odamız arka tarafa baktığından tam olarak ne olduğunu anlayamıyoruz ama Bora hemen makineyi kapıp aşağıya koşuyor. 15-20 dk sonra geri döndüğünde ise elinde, karnaval provaları nedeniyle sokakları dolduran gösteri ekiplerinin video görüntüsü var:) Birlikte seyrediyoruz; yarın sabah kahvaltıdan sonra yönümüz idari başkent La Paz!

Başkent Sucre'deyiz



22 Ocak 2013 Sucre.. Dün gece saat 20.30’da bindiğimiz Flota Bolivar isimli firmanın aracıyla tam 12 saatlik bir yolculukla bu sabah tekrar Sucre’ye geldik. Araba semi-camaydı ve koltuklar neredeyse yatak kadar yatabiliyordu. Ama gelirken de anlattığım gibi otobüsün koltuğu ne kadar rahat olursa olsun yollar yol olmadığından, durmadan hoplayıp zıplamaktan ve sağ teker uçurumun kenarında girilen virajlarda  birbirimizin üzerine yuvarlanmaktan yine gözümüze uyku girmedi ve ikimiz de cin gibi sabahı sabah ettik..


Bu arada ilginç ama tüm Güney Amerika Kıtası'nda hala 80’ler dinleniyor. Belediye otobüslerinde, taksilerde, feribotlarda, küçük bakkallarda, aklınıza gelebilecek her yerde.. Sadece bir ülkede değil; başlangıçtan buyana burası dördüncü ülkemiz ve kasaba, köy, büyük şehir, kırsal demeden her yerine gitmeye çalıştığımız bu ülkelerin tamamında 80’ler çalıyor.. Bakkala giriyorsunuz, bakıyorsunuz gencecik bir oğlan Queen dinliyor; otobüse biniyorsunuz şoför Phil Collins dinliyor, ya da belediye otobüsünde Sting çalıyor, Uyuni’de tura çıktık şoförümüz U2 dinliyordu; Micheal Jackson, Eric Clapton, Bob Marley sadece şu an aklıma gelenler.. Nedenini sormaya çalıştık ama yanıt alamadık; ya biz anlatamadık ya da onlar da nedenini bilmiyorlardı.. 

İkimizin aklına hemen Kemal geliyor; burası "bunlar gibisi yapılmadı hala" diyerek sürekli 80'lerin konser videolarını izleyip bizleri de unuttuğumuz bu güzelliklerle tekrar buluşturan ve hepimizi lise yıllarımıza götüren sevgili arkadaşımız Kemal'lik:) 

Sucre “Ciudad De Blanca” yani beyaz şehir denmesinin hakkını verecek kadar beyaz gerçekten. Şehir merkezindeki yollar geniş ve asfalt, bütün binalar beyaz boyalı ve hepsi de koloniyal mimari örneklerinden; dolayısıyla ortaya gerçekten hoş bir tablo çıkıyor. Gerçi uzun süre yemyeşil dağlarda bayırlarda dolaşıp cıvıl cıvıl kuş sesleriyle uyanınca şehirler ne kadar güzel olursa olsun çekilmiyor ama Sucre gerçekten görülmeye değer bir başkent.


Burada da yine tüm büyük şehirlerde olduğu gibi yaşam mücadelesi ön planda; sokaklarda seyyar satıcılar, dilenciler, sahipsiz çocuklar, ellerinde ne olduğu belirsiz şekerler, dondurmalar, yağda kızarmış hamur benzeri şeylerle gariban bir sürü insan.. Gürültülü müzikler, arabalar, kornalar, bağırıp çağrışmalar.. 

Sucre'de uzun süre kalmayı düşünmüyoruz; geçen hafta aniden belimizi büken hastalık olmasaydı geçtiğimiz Pazar günü buranın meşhur pazarı Tanabuco’yu gezip çoktan La Paz’a doğru yola çıkmıştık. Ama ne yazık ki her şey planlanamıyor ve bazen böyle çok önemli sorunlar insanın tüm programını alt-üst edebiliyor. Neyse sağlığımıza kavuştuğumuza mutluyuz; Tanabuco’yu gezemeden gitmek zorunda kalacağız ama buna benzer yerel pazarları nasılsa yolumuz üstünde daha çok görürüz deyip avutuyoruz birbirimizi..


Sucre'nin bizim için bir başka önemi de buranın sevgili Cemal Atasoy'la karşılaştığımız ilk yer olması tabii.. Bora'yla Sucre sokaklarında konuşa konuşa gezerken arkamızda aniden "aman Allah'ım ne de güzel bir dil bu böyle; aylardır ilk kez Türkçe duyuyorum" diye bir ses duyduk. Hayretle başımızı çevirdiğimizde karşımızda kırmızı bandanası, gözlükleri ve epeyce uzamış sakallarıyla biri duruyordu. Tabii ki hemen tanışıp kucaklaştık ve ardından hızlı hızlı kimiz, neyiz, nereden gelip nereye gidiyoruz şeklinde detaylı bir sohbete başladık. Ayaküstü sohbet ederken Türkçeye ne kadar susadığımızı, biriyle kendi dilimizde konuşmayı ne çok özlediğimizi ve tabii yabancı bir memlekette insanların şaşkın bakışları altında bunun nasıl bir keyif olduğunu fark ederek son derece güzel ortak duygular yaşadık.. Sevgili Cemal Atasoy, Güney Amerika Kıtası'nda bisikletle yaklaşık 5000 km yol yapan bir gezgin ve fotoğraf sanatçısı; kendisiyle La Paz'da tekrar karşılaştık ve bu arada da birbirimizin yazılarını takip edip rotalarımızı şekillendirdik.

Buradan sonraki durağımız Oruro veya direkt La Paz olacak.. Peru vizesi olmadan Cusco’ya gidemeyeceğimizden, önce La Paz’da birkaç gün kalıp işlemleri halledip vizelerimizi almak durumundayız. Yani nereden baksak min. 10 gün kadar daha bu ülkedeyiz demektir.


El Fuerte De Samaipata



18 Ocak 2013 Samaipata.. Gördüğümüz kadarıyla Samaipata, Bolivya'nın diğer bölgelerinden farklı olarak yemyeşil, sessiz, sakin ve huzurlu. Sabahları horoz sesiyle kalkılıp akşamları araç ve korna sesi olmadan derin uyku uyunabilen bir köy gibi..

Sabahın beşinde hasta bir şekilde gelip kendimizden geçmiş halde 2 günü yatarak geçirdiğimiz Samaipata'daki üçüncü günümüzdeyiz.. Bugün biraz daha iyiyiz; dün aldığımız ilaçlar işe yarayacak gibi..

Bolivya yemek ve hijyen konusunda çok daha dikkatli olunması gereken bir ülke.. Yolculuk öncesi bunu biliyorduk aslında ama buraya geldiğimizden bu yana hemen hiçbir hostelde su kaynatmak dışında donanıma sahip mutfak bulamadık. Büyük bir kısmı sadece konaklama hizmeti veriyordu.. Kahvaltıyı mısır gevreği veya müsli ile süt hazırlayıp yanında meyve (muz, elma) yiyerek hallettik. Yemek için de menüler genelde çorba ve yanında pilav+et (tavuk veya biftek) yani pişmiş ürünler olduğu için daha az sorun yaşayacağımızı düşündük;  önce çorba, sonra pizza, arkasından tavuk+pilav denedik; baktık herhangi bir sorun yok devam ettik. Ta ki iki gün önce yolda yediğimiz çorbaya kadar.. :(  

Bu yaşadığımız gerçekten önemli ve son derece ucuz atlatılmış bir deneyim; çok daha ağır bir durumla karşı karşıya kalabilirdik; bu nedenle bundan böyle öncelikle yollarda yemek yememeye, sonra da hostel ararken biraz daha uzun ve mutfak öncelikli araştırma yapıp bugüne kadar yaptığımız gibi kendimiz pişirmekten vazgeçmemeye karar vermiş durumdayız..

19 Ocak 2013 Cumartesi.. Hala Samaipata'dayız ve bugün 4. günümüz;kendimizi yola çıkmaya henüz hazır hissetmediğimizden biraz daha kalacak gibiyiz.. Bünyeler hala toparlanmış değil. 

Burası Bolivya'nın saklı bahçesi gibi; okuduğumuz pek çok sitede adını bile duymadığımız Samaipata, bizden sonraki gezginlere kesinlikle önereceğimiz bir yer.. Yemyeşil dağlar arasında bir vadideyiz. Kendimizi tekrar yollara vurmadan önce biraz dinlenmek için farkında olmadan doğru yere gelmişiz..

Son 2 gündür civardaki yürüyüş yollarında yavaş yavaş dolaşıp etrafı tanıyoruz. Dün yolumuzun üstünde hayvanların tamamen doğal ortamında yaşadığı bir hayvanat bahçesi gördük; öyle fazla büyük bir yer değildi ama pek çok insan canlısı sevimli maymunla sarmaş dolaş birkaç saat geçirdik ve hayvanat bahçesinin gönüllüleri fransız çiftle tanıştık..


Bu arada önemli bir not; Bolivya'da banka ve para konusu epey problemli; bunu ilk kez Uyuni'de ardından da Potosi'de yaşadık; sorun burada da devam ediyor. Ne alışveriş noktalarında kredi kartı kullanmak mümkün ne de atm'lerden para çekmek.. Yani Bolivya'da bir miktar nakitle dolaşmakta fayda var.

20 Ocak 2013 Pazar.. Bugün hastalığımızın 6. günü ve ilk kez turp gibi uyandık; artık ishalden ve halsizlikten eser yok:) Tabii biraz kilo kaybetmiş durumdayız ama sonunda kendimize geldik. Sabahtan buyana hava son derece sıcak ve nemli, günlerden beri yağmur yağacağı yazıyor ama hala damla düşmedi.. Havanın sıkıntısı bize de basmasın diyerek kendimizi dışarı atıyoruz.. Tepemizde bir sürü condor uçuyor; burada yüzlerceler ve çok popülerler.. Tur firmaları özel olarak “condor hiking” turları düzenliyorlar..

Bugün şehrin 9 km doğusunda bulunan, bu şehre adını veren ve aynı zamanda da “dünya mirası listesi”nde yeralan El Fuerte De Samaipata arkeoloji alanına gitmeye karar veriyoruz .. Brezilyalı çiftten tesadüfen öğrenerek rotamızı değiştirdiğimiz ama gördükten sonra değdiğine kanaat getirdiğimiz gerçekten son derece ilginç ve mutlaka görülmesi gereken bir yer burası..

Mesafe uzun değil; yürünerek de ulaşılabilir ama yol hem toprak, hem sürekli çıkış hem de gidip gelen araçlar tarafından toz-duman olduğundan çok da keyifli değil.. Yürümek için çok daha güzel rotalar gördüğümüzden El Fuerte’ye taxiyle gitmek daha mantıklı geliyor.. Taxiler Samaipata merkezden kalkıyorlar ve 80 bob’a (20 TL) götürüp orada 1,5 saat bekleyip gezi sonunda tekrar geri getiriyorlar..

Giriş kişi başı 50 bob; bu biletle Samaipata’daki müze de geziliyor ve müzede kazı alanından çıkan farklı kültürlere ait kullanım eşyaları sergileniyor. Ayrıca El Fuerte hakkında ispanyolca (ingilizce alt yazılı) bir film de izlemek mümkün. 

Yapılış amacı hala tam olarak çözülememiş El Fuerte De Samaipata ya da kısa adıyla “El Fuerte”, aslında “kale” demek ama askeri amaçlı bir kaleden ziyade dini veya idari amaçlı bir kale bu.. Pek çok arkeologun hala ilgi odağı konumunda ve gizemini korumaya devam ediyor. And Dağlarının doğu kollarından birinin tepesine kurulmuş olan bu kalede 200 mt uzunluğunda ve 60 mt genişliğinde (şekli hafif eliptik olsa da yine de min. 10.000 m2’lik bir alandan bahsediyoruz) devasa bir kaya ve etrafında tapınaklarla yerleşim birimleri yeralıyor; kayanın üzeri ise tamamen oyulmuş durumda.. Çeşitli hayvan figürlerinin yanı sıra birbirine paralel kanallar ve drenaj sistemi benzeri yapılarla pek çok geometrik şekilden (kayanın sırtında kocaman bir daire ve oturma yeri gibi görünen simetrik 12 oyuk var mesela, içinde ayrıca 3 oyuk daha…???) oluşan bu devasa kayaya astrolojik anlamlar yüklenmiş, dinsel anlamlar yüklenmiş , idari yönetim merkezi vb şeyler söylenmiş ama henüz kesinlik kazanan bir şey yok. Burası aynı zamanda dünyanın en büyük oyulmuş kayası.. İlk bakışta çocukluğumuzda izlediğimiz Uzay Yolu’ndaki Atılgan’a benzettiğimiz:) bu kahverengi kütle bütün gizemiyle önümüzde uzanıyor..

Hem ziyaretçilerin hem de hava şartlarının kaya yüzeyine verdiği zarar nedeniyle kaya koruma altına alınmış ve belirli fotoğraf noktaları dışında üzerinde yürümeye izin verilmiyor. El Fuerte De Samaipata’da ilk olarak  İnka öncesi Chanelerin, daha sonra İnkaların ve son olarak da İspanyolların yaşadığı, daha sonra İspanyolların şehri hemen yakındaki vadiye taşıyarak bugünkü Samaipata’yı kurdukları biliniyor. Atlantik ve Pasifik okyanusunu da birbirine bağlayan ticaret yolu üzerinde yeraldığı bilinen El Fuerte De Samaipata hem dünya mirası listesinde yeralması hem de insana huzur veren doğasıyla Bolivya seyahatinin olmazsa olmazlarından..

Bugün El Fuerte’de başlayan gezimizi Samaipata’daki müze ve orada izlediğimiz filmle bitiriyoruz. Son derece keyifli bir günü daha tamamlarken, içimizden bir ses yakınlarda bir tepenin üzerinde yapayalnız uzanan ve üzerindeki çeşitli işaretler ve şekillerle gizemini korumaya devam eden bu devasa kayanın arkeologlar kadar bizim de aklımızı uzunca bir süre meşgul edeceğini söylüyor..


Potosi'den Samaipata otobüsle 17 saat



17 Ocak 2013 Perşembe.. Sucre-Santa Cruz yolu üzerindeki yeşil, sakin ve huzurlu küçük kasaba Samaipata'dayız.. Potosi'den iki gün önce ayrıldık ve toplam 16-17 saatlik bir yolculukla Samaipata'ya vardık. Potosi-Samaipata direkt otobüs olmadığından önce 2,5-3 saatlik mesafedeki başkent Sucre'ye gittik (34 BOB/Kişi), oradan bulduğumuz bir otobüsle de (210 BOB/Kişi) 13 saatte Samaipata'ya vardık.. Aslında bu otobüse akşam ne kadar geç binilebilirse o kadar iyi ama her zaman istenen saate bilet bulmak mümkün olmadığından alabildiğimiz en geç bileti almamıza rağmen sabahın beşinde kasabadaydık.


Bolivya’daki yolculuklar bilet parası anlamında ucuz ama alınan hizmet ve yaşanan olumsuzluklar açısından çok pahalı da olabiliyor!! Kasabaya vardığımızda yolda yediğimiz tavuk çorbasından olsa gerek her ikimiz de son derece yorgun, halsiz ve hastaydık.. İki gün boyunca tuvalete gitmek dışında yataktan çıkmadan uyuduk. İlk gün hem istifra eder hem de ishal durumdayken ikinci gün sadece ishalimiz devam ediyordu zira midelerimizde birşey kalmamıştı; zaten iki gündür hiç bir şey yemiyorduk.. Aslında gidip alışveriş yapmamız gerekiyordu ama ikimizin de buna gücü yoktu. Vücudumuzda sıvı ve tuz çok eksildiği için hareket etmekte zorlanıyorduk; etrafta da bir Allah'ın kulu yoktu ki "bu insanlar bu odadan neden çıkmıyorlar öldüler mi hastalar mı" falan deyip de kontrol etsin.. Öylece yatıyor ve sadece yolda aldığımız suyu içerek sürekli uyuyorduk..

Toplam 2 günü tamamen uyuyarak geçirdikten sonra  bugün her şey biraz daha güzel.. Bolivya etnik çeşitlilik anlamında Güney Amerika Kıtası'nın en zengin ülkesi.. Büyük bölümü dağlarla kaplı bu ülkede yollar gerçekten çok uzun ve meşakkatli. Yol derken bir çok yerde yol yok aslında; heyelan nedeniyle kayaların kapattığı yollarda çoğu kez otobüsün bir tekeri uçurumda.. Yollar ve arabalar berbat ama Allah'tan şoförler son derece usta! Bu koşullarda bile bisiklet kullanır gibi rahatlar.. Yolcular derseniz onlara herşey zaten lay lay lom:) Otobüse bindikleri andan ininceye kadar hiç susmamacasına konuşuyorlar. Ayrı ayrı dillerde ama neşeli, kahkahalı ve mutlular.. Bizim içinse  yolu ve uçurumları görmemek için tek yol Kemal’den filmler dosyasına başvurup “bunu izledik bunu izlemedik” diyerek film seçip kulaklıkları takıp ortamdan uzaklaşmak.. 


Yollarda benzin istasyonu veya düzgün bir dinlenme tesisi yok; olan yerlerde de tuvaleti kullanmak yerine doğada çiçek toplamayı tercih edersiniz.. Bu yolculuklarda tuvaleti gelenler genelde böyle dağa taşa vuruyorlar kendilerini.. (Önemli not: Molalarda otobüsten inerken aman dikkat edin yoksa hemen önünüzde yere çökmüş bir başka yolcuya basabilirsiniz!!) Ayrıca mutlaka yanınıza yiyecek bir şeyler alın yoksa yolda yenilen yemekler nedeniyle bizim gibi midenizi bozabilirsiniz.


Bugün gücümüz yeterse önce mercado central denen markete gidip yiyecek birşeyler alacağız; bulabilirsek bir de eczane bakıp derdimize deva arayacağız.. 




Bolivya'nın en eski gümüş madeni ve Potosi




14 Ocak 2013 Pazartesi.. Dünyanın en yüksek şehirlerinden biri (4060 mt) olan Potosi'de iki gün kaldık. Potosi Bolivya'nın en zengin gümüş madeniyle meşhur ve pek çok yerli halkın yaşadığı (Aymara, Quechua, İnka) dolayısıyla da pek çok farklı dilin konuşulduğu bir şehir. Şehre iner inmez başlayan yağmur ve kapalı hava nedeniyle olsa gerek şehir gözümüze hiç de hoş görünmedi. Her yer  pis ve çöp yığını dolu; bu durum aslında Bolivya'nın geneli için böyle ama nedense Potosi'de biraz daha fazla gibi geldi bize.. İnsanlar gerçekten sefalet içinde; peynir, makarna, tavuk, sakatat her şey açıkta satılıyor.


Bu arada madenciler son derece ilkel koşullarda çalışıyorlar ve bu bile bir ticaret konusu olmuş durumda.. Maden turları var; sizi önce madencilere hediye olarak götürülecek sigara, çikolata, coca yaprağı, dinamit vb şeyler alabileceğiniz dükkanlara sokup alışveriş yaptırıyorlar sonra da madene götürüyorlar. Bu ilkelliği yerinde izlemeniz ve belki de "şükür" demeniz için!! 

Madencilere dinamit lazımsa neden madenin işletmecisi almıyor? ya da madencilerin şeker, çikolata, coca yaprağı alabilmesi için neden daha iyi ücret ödenmiyor? yada bunca turistten gelen şeker, çikolata, dinamit ve coca yaprağı gerçekten oradaki sorunu çözmek için mi yoksa kalıcı hale gelmesine destek olmak için mi? diye kendi kendimize sorarken hissettiklerimize sözcükler yetersiz.. Son derece üzülüp büyük bir utanç duyduk ve bu ticarete alet olmak istemediğimiz için maden turuna katılmamaya karar verdik.

Madenin bulunduğu yeri kendi kendimize bulduk; yağmur altında çöpleri karıştırarak yiyecek arayan yaşlı kadınla yanındaki aynı işle meşgul köpek içimizi burkmaya yetti; şehrin tepeden birkaç fotoğrafını çektikten sonra ilk dolmuşa binip geri döndük. Bindiğimiz dolmuşta gördüğümüz bir başka karede de eskiyen ve artık fermuarı çalışmayan çizmesini pantolonuna dikiş ipliğiyle tutturan genç bir kız vardı..

Potosi'de şehir meydanını oluşturan birkaç sokak ve gümüş madeni dışında pek ilginç bir şey yok diyebiliriz. Yağmurun izin verdiği aralarda meydanı çevreleyen sokaklar boyunca yürüyerek biraz fotoğraf çektikten sonra tekrar hostele döndük. İkinci günün sonunda da buradan ayrılmaya ve Uyuni turunda tanıştığımız Brezilyalı bir çiftin önerdiği Samaipata'ya gitmek üzere yönümüzü biraz daha iç taraflara, kuzey doğuya çevirmeye karar verdik. 



Uyuni Turu (2 gece 3 gün)




10 Ocak 2013 Perşembe.. Sabah kalkıp kahvaltımızı yaptıktan hemen sonra çantalarımızdan birini boşaltıp çıkacağımız 3 günlük turda ihtiyaç duyacağımız şeyleri koyup diğerini de hosteldeki emanete bıraktıktan sonra tur firmasının yolunu tuttuk. Satın aldığımız tura ait araç saat 11.30 gibi hareket etti; bir araçta 7 kişi olacak şekilde ayarlama yapılmış, aracımızda bizden başka 5 kişilik Brezilyalı bir grup vardı. Son derece neşeli ve pozitif gençlerden oluşan grupla tanıştık; şoförümüz bizi önce tren mezarlığına, ardından da günün asıl kahramanı Uyuni tuz düzlüklerine götürdü.

Tren mezarlığı için söylenecek çok bir şey yok; onlarca paslı vagon ve eski trenlere ait parçalar açık hava müzesi gibi bir alanda sergileniyor. 15-20 dk kadar trenlerin üstüne çıkıp, raylarda yatıp, hoplayıp zıplayarak fotoğraf çektirdik.. Bu turdaki asıl olay Uyuni tuz gölü.. Deniz seviyesinden 3650 mt yukarıda yeralan, dünyanın en büyük tuz göllerinden biri olan  Salar De Uyuni, sözün yetersiz kaldığı uçsuz bucaksız bir alana (12000 km2) ve muhteşem bir güzelliğe sahip.. Dün akşam yağmurun ardından gölün yüzeyinde biriken yaklaşık 10-15 cm, belki yer yer 20-25 cm ‘e kadar çıkan su tamamen bir ayna görevi yaparak bütün boyutları yok edip gökyüzü, yer ve yükseklik hiçbir şey olmaksızın insanı boşlukta hissettiriyor. Gözlüksüz bakılabilmesi imkansız, kar gibi bembeyaz, müthiş bir  yansıması var ve yakıyor tabii.. Akşam döndüğümüzde hepimiz kara kırmızıydık!!


Colchani’de tuz çıkarılan yerleri ve piramit şeklindeki tuz tepelerini ve tuzdan yapılan pek çok hediyelik eşyanın satıldığı dükkanları gezdikten sonra tuz otele doğru yola çıkıyoruz.

Araçla giderken sanki denizde gidiyormuşuz hissine kapılıyoruz; zira önümüz arkamız sağımız solumuz her yer su; karşıda serap benzeri adacıklar var ama yaklaştıkça bunların bulutların sudaki yansımaları olduğunu fark ediyoruz; uçsuz bucaksız ve gözün alabildiği sonsuzlukta bir denizde gidiyoruz.. Elimizde fotoğraf makineleri bu güzellik karşısında şaşkın, bir o yana bir bu yana bakarak her şeyin fotoğrafını çekmeye çalışıyoruz. Yakınımızdan geçen araçlar yerdeki suyu yararak ve bu boşluk, bu sonsuzluk denizinde sanki havada uçuyorlarmış gibi beyaz bir iz bırakarak giderken hepimiz deklanşörlere asılıyoruz. Muhtemelen o araçtakiler de bizimkini çekiyorlar deyip gülüşüyoruz..

Tuzlu suyun aracın motoruna ve ateşleme sistemine çok zarar verdiğini o nedenle de mümkün olduğunca yavaş gidilmesi gerektiğini anlatan soförümüz ve rehberimiz Hector sonunda bizi tuz otele getiriyor. Burada yaklaşık 30 dk mola verip hem tuz oteli geziyor hem de öğle yemeğimizi yiyoruz . Menü büyük bir dilim et, sebzeli pilav, domates, salatalık, muz ve yanında soda veya cola.. Hepimiz iştahla yemeklere saldırıyoruz; hepsi çok lezzetli tadı tuzu yerinde, zaten olmasa da sorun yok her taraf tuz:) Bu arada burada hemen hemen bütün ülkelerin bayrakları var; gelen turistler getirip asmışlar; bizimki hariç!! Öyle aşırı milliyetçi olmamamıza rağmen herkes kendi bayrağını bulup onunla fotoğraf çektirirken hafiften buruluyoruz:( Eşyaları hazırlarken hiç aklımıza gelmemişti ama burada tüm bayrakları görünce getirmediğimize hayıflandık.. Eğer buralara gelmeye niyetlenen varsa lütfen bir bayrak getirsin; orada Türk Bayrağı da dalgalansın; çünkü burada Türkiye ve özellikle de İstanbul çok popüler. Hemen herkesin rüyası Türkiye’yi görmek.. Özellikle de İstanbul’u.. Kime “Türkiye’den geliyoruz “ yada “İstanbul” dediysek gözleri parlıyor ve bize yaklaşımı hemen değişiyor; o nedenle bayrak kesinlikle çok faydalı olacak.

Neyse tekrar yola çıktığımızda gençlerin hepsi uykuya dalıyor, biz de Bora’yla sonradan hep birlikte çok güleceğimiz uyku hallerini fotoğraflayıp vakit geçiriyoruz; bir sonraki durağımız devasa kaktüslerin bulunduğu  Incahuasi  Adası ve önümüzde en az 1 saat sürecek bir deniz yolculuğu (!) var. 4x4 ciplerle yaptığımız bu yolculuk gerçekten anlatılması imkansız bir macera; sanki gölün ortasındaki bir adaya gidiyoruz her tarafımız uçsuz bucaksız su; adeta deniz; ama biz arabadayız çünkü aslında sadece tuz düzlükleri üzerindeyiz.

Adaya vardığımızda gerçekten kaktüslerin boyutları ve miktarı konusunda şaşkına dönüyoruz; ada tamamen kaktüs dolu.. Neden sadece buradalar? Bu koskoca tuz denizinde bir ada dolusu kaktüsün ne işi var? Ayrıca adada tatlı su var; yer altından geliyor ve tüm araçlar motor kaputlarını açıp tuzla dolmuş radyatörlerini bu suyla yıkıyorlar; şoförler şişelerini doldurup bu sudan içiyorlar; burası gerçekten inanılmaz.!!

Araçtan iniyoruz; adanın tepesine kadar uzanan bir patika var; giriş kişi başı 30 bob yani 8 TL gibi.. Yine bol bol fotoğraf çekiyoruz.. Hatta bu sefer artık dayanamayıp botları çıkartıyor ve paçaları sıvayıp suya giriyoruz. Buradaki fotoğraflar çok daha farklı; sudaki yansımalar muhteşem.. Çeşit çeşit pozlar verip yansımalarla oynadıktan sonra, üstümüz başımız her yanımız bembeyaz tuz, tekrar araca dönüyoruz. Ne kadar temizlediysek de üzerimizde kuruyan tuzun beyazlığı tam olarak gitmiyor ve biz de araçla aynı renkte  bembeyaz tekrar yola devam ediyoruz.

Dün gece yağan yağmurun yolda oluşturduğu su birikintileri ve balçık içinde giderken zaman zaman kayarak yoldan çıkan aracımız nedeniyle biraz telaşlansak da şoförümüz Hector son derece sakin; hemen arazi vitesine geçip yola devam ediyor ve San Juan’a kadar sorunsuz geliyoruz.

Burası bu gece konaklayacağımız otelin bulunduğu küçücük bir köy.  Geçim kaynakları turizm ve qinua.. Otel dediğimiz barakadan iyice bir ev; elektrik yok,  su artezyen, duvarlar kerpiç, tavanlar sıkıştırılmış ot üzerine gerilmiş kümes teli.. Otele girer girmez bardaktan boşanırcasına yağmur indiriyor; ama şanslıyız tam zamanında içerdeyiz.. 1,5-2 saat kadar dinlendikten sonra saat 20.30 gibi önce kahve ve bisküvi, ardından da sebze çorbası, fırında patates ve tavuktan oluşan son derece lezzetli bir akşam yemeği servisi yapılıyor. Otelde bizim tur firmasına ait  üç araçla gelen toplam 21 kişi kalıyoruz; 2 çek, 1 fransız,16 brezilyalı ve 2 türküz.. Yarın sabah 07.00’de kahvaltı sonrası tekrar yola çıkıp turumuza Ollegue Volkanı ve göllerle devam edeceğiz.

11 Ocak 2013 Cuma.. Sabah saat 06.30 gibi kalktık 07.00’de hepimiz kahvaltı masasındaydık. Kahvaltı yine bu koşullarda hazırlanabilecek en iyi şekilde geldi; Güney Amerika’ya geldiğimizden beri soframızdan eksik olmayan dulce de leche ve yanında şeftali marmelatı, terayağ, kızarmış ekmek, kahve, çay ve süttozu..

Kahvaltı sonrası hemen yola koyulduk; hava bulutlu ve yağmur ihtimali olduğu için rehberimiz Hector süreleri mümkün olduğunca havaya göre ayarlayarak bize çevreyi gezdirip her yerde bilgi veriyor. Halen aktif olan Ollegue Volkanı tamamen bulutlarla kaplı ve bir türlü tepesinden yükselen dumanı görüntülememize izin vermiyor. Bulutlar açılacak gibi görünmediğinden yağmur bastırmadan flamingoları görmek üzere güneye yani göller bölgesine doğru hareket ediyoruz.

Sırasıyla  Laguna Canapa, Chiarkota, Hedionda ve Honda göllerini ziyaret edip üç farklı türdeki binlerce flamingoyu izliyoruz.. Tabelalardaki uyarıları dikkate alarak çok yaklaşmadan ve flamingoları ürkütmeden fotoğraflarımızı çektikten sonra burada öğle yemeğimizi yeyip Arbol De Piedra denen yere gitmek üzere tekrar yola çıkıyoruz.

Arbol De Piedra denen yerde çölün ortasında devasa kaya blokları var. Kayalar 15-20 mt gibi ve etrafta başka hiç bir şey olmadığından insan ister istemez  "bu kayalar buraya nasıl gelmiş" yada "neden sadece bunlar kalmışlar" diye düşünmeden edemiyor.

Bulutlar arasından yavaş yavaş kendini gösteren güneşle birlikte yaklaşık 20 dk burada oyalanıp fotoğraf çektikten sonra yola devam edip, aşağıdaki milli parka girilmediği için güneydeki son noktamız olan Colorada Gölü’ne geliyoruz. Colorada Gölü adından da anlaşılacağı üzere renklerin adeta birbiriyle dans ettiği büyük bir göl; burada da binlerce  belki de on binlerce flamingo var.. Göl zaten yeşil kırmızı mavi mor, ama sanki güneşin açısına ve rüzgarın yönüne göre de yüzeyinde ayrı ara renkler oluşuyor, sanki her bakışınızda renkler değişiyor gibi.. Göl kenarında uzun bir mola verip bu renkleri ve flamingoları seyrediyoruz. Günün son ziyaret yeri Los Geyzers denen gayzerler bölgesi.. 4900 mt yükseklikte yeralan ve rengarenk çukurlar içinde kaynayıp ara ara gürültüyle ve dumanlar çıkararak patlayan gayzerler gerçekten çok ilginç! Zemin çok tekin olmadığından mümkün olduğunca dikkatli ve çok yakına gitmemeye çalışarak kaynayan renkli çamurları izleyip fotoğraf çekiyoruz.Bu arada gayzerler konusunda El Tatio'nun daha iyi olduğunu (biraz daha büyük ve yüksek patlamalarla izlenebildikleri söyleniyor) öğreniyoruz; meraklıları için San Pedro De Atacama'daki El Tatio gayzer turunu öneririz.

Bunlar o kadar yüksek ve şiddetli patlamalarla gelmiyorlar ama yine de insanı ürkütüyorlar.. Los Gaysers denen bölgede zemin depremler nedeniyle büyük yarıklardan oluşuyor. Bu yarıklar son derece derin ve bölgeyi birden çok parçaya ayırmış durumda; öyle atlayarak karşıya geçmek falan imkansız..  Araçlarla gelirken şoförlerin yol olmayan yerlerden geçip dağlara tepelere tırmanmalarının nedenini buraları görünce daha iyi anlıyoruz.

Bu arada Uyuni’ye geldiğimizde araç kiralamayı ve bölgeyi kendi kendimize gezmeyi düşünüp, araç kiralama firması bulamayınca da mecburen bu fikirden uzaklaşmıştık. Ama şimdi anlıyoruz ki araç bulmuş olsak bile bu arazide kendi başımıza gezmemiz imkansızmış.

İkinci ve son konaklamamız Colorada Gölü kenarında yine dün akşamkine benzer bir evde, ancak bu kez odalar ayrı değil her araç bir odada kalacak şekilde 7’şer kişilik yatak ayarlanmış. Yine su sınırlı, elektrik yok, aydınlatma aküyle ancak çay kahve ve bisküvi servisinin ardından gelen çorba, napolitan soslu makarna ve şarap hepsinden güzel karşılanıyor.. Yemekler yenilip şaraplar içildikten sonra son gece olması dolayısıyla facebook ve e-mail adresleri paylaşılıyor. Ertesi gün bazı gruplar buradan direkt sınıra gidip San Pedro De Atacama otobüsüne binecek, bizim de içinde bulunduğumuz diğerleri ise Uyuni’ye geri dönecekler.

Biraz da şarabın etkisiyle birbirinden ayrılacak gruplarda sohbetler giderek koyulaşıyor ancak ertesi gün  sabah 05.00’de kalkılıp kahvaltı sonrası yola çıkılacağından mecburen herkes yataklara çekiliyor. Bir süre de yatakta devam eden sohbet sonrası bastıran yorgunlukla sesler yavaş yavaş horlamaya dönüşüyor.

Biz yarı uyur yarı uyanık sabahı erken yaptık; saat 06.00’da San Pedro De Atacama’ya gitmek üzere sınıra doğru yola çıkacak arkadaşlarımızı uğurlamak üzere kahvaltı masasındaydık. Uğurlama faslı ardından birer kahve daha içip çantalarımızı topladıktan sonra Uyuni’ye dönecek diğer gruplardan oluşan yeni aracımız ve yeni rehberimiz Juan’la birlikte yola çıktık.


Dönüş yolu toplam 6 saat kadar sürdü; bu arada yolumuz üzerinde yeralan kaya vadisine gittik ve Alota Köyü’nde öğle yemeğimizi yeyip San Cristobal’da Bolivya'nın ilk colonial kilisesini gördük. Saat 16.00 gibi tekrar Uyuni’deydik. Öncelikle ertesi gün çıkacağımız Potosi yolculuğu için biletlerimizi alıp (kişi başı 35 Bolivyanos yani 10 TL) akşam için yiyecek bir şeyler ayarladıktan sonra kendimizi hostele attık.  Uykusuz geçen gecenin ve sabah 05.00’den beri ayakta olmanın yorgunluğuyla önce sıcak bir duş alıp ardından bir şeyler atıştırdıktan sonra kendimizden geçmişiz. Bir ara dışarıdaki fırtına ve camlara vuran yağmurun sesiyle uyansak da hiçbir şey bizi bu derin uykudan alıkoyamazdı… 

Haydi Calama-Uyuni Yolcusu Kalmasın




09 Ocak 2013 Çarşamba.. Bolivya Uyuni’deyiz; bu sabah Şili'nin Calama şehrinden saat 06.00’da hareket eden otobüsümüz Uyuni'ye vardığında Bolivya'da saat 16.00'ydı. Şili ile Bolivya arasında 1 saat fark var; biz de 17.00 gösteren saatlerimizi 1 saat geri aldık. Yani aslında otobüs yolculuğumuz toplam 11 saat sürdü ama saat farkından dolayı 1 saat kardayız..

Bolivya şu ana kadar görmeye alıştığımız doğa ve insan manzaralarının tamamen dışında görüntüleriyle çok ilginç bir ülke.. Diz seviyesindeki kat kat volanlı etekleri, bunun üzerine giydikleri mutfak önlüğüne benzer önlükleri, neredeyse dizlerine kadar uzatıp iki örgü yaptıkları siyah saçları, başlarına taktıkları şarlo şapkaları ve sırtlarındaki bohçada taşıdıkları çocuklarıyla kadınlar gerçekten Bolivya’nın en renkli simaları.. Ancak kadın ya da erkek Bolivyalılar fotoğraf çektirmekten kesinlikle hoşlanmıyorlar; ısrarcı olanlar için suratlarını asıp küfür yada beddua benzeri şeyler söylediklerini gördükten sonra bu konudaki düşüncelerine saygı gösterip fotoğraf konusunda daha fazla ısrarcı olmadık. 
Sokaklar pis, bizdekine benzer çöp yığınları ve poşet öbekleri hemen hemen her yerde.. Plastik poşet kullanımı son derece yaygın ve kullanılan her şey yere atılıyor; şehir dışındaki yollar sağlı sollu çöplerle dolu .. Fiyatlar yemek, konaklama ve ulaşım anlamında ucuz. Tabii bize göre öyle; Uyunililer içinse hayat pahalı ve insanların büyük bölümü geçim standardının altında yaşıyor. 

Her şey sokaklarda; uzak doğudaki gibi yemek işi tamamen sokaklarda kurulu seyyar tezgahlarda hallediliyor.. Mangallarda pişen etler, plastik kovalarda satılan çorbalar, yine aynı kovalarda kepçe kepçe bardaklara doldurularak sunulan kompostolar ve doğal meyve suları gördüğümüz başlıca yemekler.. Bu arada Qinua denen bir bitki ile tanıştık burada, bir tür yuvarlak şehriye gibi bir şey; yol boyu tarlalar qinua ekili  ve qinua pekçok köyün tek geçim kaynağı durumunda.. Çorbasını denedik; havuç, patates, lahana, soğan ve bezelye gibi sebzelerin de içinde yeraldığı çorba son derece lezzetli ve doyurucu. Fiyatı 15 Bolivyanos yani 3 TL..

Uyuni 3700 mt yükseklikte ve Bolivya’nın geneli için alçak sayılabilecek bir seviyede yeralıyor; buradan sonra gideceğimiz Potosi’de rakım 4000 mt. ve diğer şehirler de (Sucre, Santa Cruz, Oruro) 4500 mt’lerde kurulu. İdari başkent La Paz ise 4800 mt yükseklikte.. Tamamı çöllerle, dağlarla ve volkanlarla kaplı ülkede seyahat ucuz ancak özellikle yüksek irtifa nedeniyle çok yorucu olduğunu söyleyebiliriz.. Bu konuda en çok coca yaprağından fayda gördük; ilk duyduğumuzda yok canım demiştik ama coca yaprağı irtifaya uyum açısından gerçekten çok faydalı; mutlaka bir poşet alınıp cepte taşınmalı.

Calama’dan Uyuniye geldiğimiz yolculuğa dönersek, çok da alıştığımız diğer seyahatlere benzediğini  söyleyemiyoruz.. Özellikle sınırdaki çıkış ve giriş süreci otobüsteki insan profili dolayısıyla çok uzun sürüyor. Ayrıca Calama’dan kalkan otobüs sadece sınıra kadar hizmet veriyor; sınırda başka bir otobüse geçiliyor. Yeni bilet gerekmiyor; Calama’dan alınan bilet iki ayrı kupondan oluşuyor ve ikinci kupon zaten Bolivya’daki otobüs için.

Buraya geçen turistler genelde San Pedro De Atacama üzerinden turla geldiklerinden  bu şekilde otobüsle gelen fazla sayıda turist yok; otobüsü her iki tarafta da yaşayan ya da akrabaları olan veya iş vb nedenle gidip gelen Bolivyalılarla Şilililer kullanıyorlar. Dolayısıyla gidip gelirken yanlarında  çok sayıda valiz, kutu, koli, televizyon, ev eşyası gibi pek çok şeyi de getirip götürüyorlar. Bugünkü arabada bir tek canlı hayvan eksikti:) her iki bagaj da doldu ama bütün bu eşyaları alamadığı için insanlar eşyaların kalan kısmını otobüsün koltuk aralarına ve koridoruna koymak zorunda kaldılar. Kucaklarında çocukları, kenarları köşeleri ve tabii tepeleri eşyalarla dolu bu insanların arasında kendimize bir köşe bulup neredeyse hiç kıpırdamadan bir seyahat ettik ki görülmeye değerdi.. Gerçi şikayetçi değiliz, bunların hepsi unutamayacağımız anlar olarak hafızamıza kazınan maceralar; ayrıca bu manzaralar bizim ülkemizde de olduğundan çok da yabancısı değiliz ama o sınır kapısındaki halleri, koşuşturmaları, getirip götürdükleri bütün o eşyaları bagajdan çıkarıp köpeklerin koklaması bittikten sonra tekrar canhıraş bir şekilde yeni otobüse yerleştirmeleri hakikaten çok ilginçti; dakikalarca onları seyrettik.. Bu arada yolculardan biri, bir kadın, otobüs hareket ettikten birkaç saat sonra otobüsün içinde empanadas ve bebida satmaya başladı (poğaça ve içecek); tanesi 1000 CLP (20 kuruş).. Bir diğer kadın Bolivya sınırını geçtikten hemen sonra elinde bir tomar Bolivyanosla "kambiyo kambiyo" diye dolaşmaya başladı.

Sınırda pasaportlara Bolivya giriş damgası vurulduktan hemen sonra tekrar otobüse bindik ki yola devam edilebilsin ama bir de baktık otobüsün yarısı boş.. Bizim yolcular kenarda bir yerde salata gibi bir şeyler satan kadının önünde kuyruk olmuşlar, bir telaşe ellerindeki plastik kaplara salata doldurmaya çalışıyorlar.. Şoför bir yandan korna çalıyor bir yandan da yavaş yavaş yürüyüp "gidiyorum" demeye çalışıyor ama kimsenin umurunda değil. Bu arada otobüsdekilerde  hiçbir tepki yok; herhalde bu durum genelde böyle ve  herkes alışık , sadece olanları izleyip garip garip bakan bir biz vardık..

Neyse uzun ve stablize olduğu için otobüsün hızlı gitmesine izin vermeyen yol sonunda bitti de Uyuni’ye geldik. Yol boyu manzaralar müthişti; her şeyden önce çöl , yakınından geçtiğimiz ancak adını bilmediğimiz göldeki küçük adacıkların yansımaları, bulutlar ve ilginç görüntülerdeki devasa kayalar muhteşemdi..  Uyuni’ye iner inmez hemen hostel aramaya koyulduk; bu arada da yolumuz üzerindeki tur firmalarına girip tur fiyatlarını öğrendik. Buradaki turlar, gerçekten San Pedro De Atacama’nın hemen hemen 2/3’ü fiyatında. Yani 3 gün 2 gecelik tur için iki kişi toplam 400 TL ödeniyor; aynı tur için San Pedro De Atacama’da talep edilen bedel yine iki kişi için 750 TL. Aradaki fark 250 TL gibi ki bu para buradaki 10 günlük konaklama bedeli.. Bunun yanı sıra yüksek irtifa ile ilgili problem daha az yaşanıyor çünkü oradan alınacak hızlandırılmış turlarla birkaç saat içinde 2400 mt’den direkt 4700-4900 mt’ye çıkılıyor ki bu hastalığın en büyük sıkıntısı da zaten bu hız! Biz yavaş yavaş ve aklimatize ola olan yola devam ettiğimiz için baş ağrısı dışında herhangi bir sorun yaşamadık.

Yarın için planımız irtifaya alışmak, bir yandan bünyelerimizi dinleyip bir yandan da şehri gezmek ve tabii ertesi gün için (eğer her şey yolunda ise) 3 gün 2 gecelik bir tur satın almak. 

27 Mayıs 2013 Pazartesi

Valporaiso'dan San Pedro De Atacama'ya



08 Ocak 2013 Salı.. 4 Ocak Cuma günü Valporaiso’dan başlayıp La Serena, Copiapo, Antofagasta  ve Calama üzerinden toplam 24,5 saatlik bir yolculukla San Pedro De Atacama’ya ulaştık; gece saat 23.00’de geldiğimiz günü saymazsak burada 3 gün kaldık. Bu arada Valparaiso-Atacama bileti için 72.000 CLP ödedik yani kişi başı 100 TL.

Daha birkaç gün önce Vina Del Mar’da Pasifik Okyanusu’nu seyredip karabataklarla pelikanların cirit attığı uzun plajlarda dolaşıyorken, bugün deniz seviyesinden 2407 mt yüksekte Atacama Çölü’nün ortasındayız..  San Pedro De Atacama’da hava kupkuru; güneş yakıcı, sokaklar yarı kum yarı toz stabilize yollardan oluşuyor, tüm binalar,  evler, oteller her şey kerpiç ve her şey kum renginde.. Tur dönüşü insanlar da kum renginde olduğundan fotoğraflar sanki sephia çekilmiş gibi:)


San Pedro De Atacama, Atacama Çölü’nün 60 km kadar kuzeyinde  yeralan bir kasaba; kasabada toplam 5 sokak var; bunlardan iki tanesi önemli ve hareketli Caracoles ve Gustavo De Paige; geriye de zaten üç sokak kalıyor.. Şehir özellikle akşamları kerpiç evleriyle bir köy görünümüne bürünüyor ve evlerin pencerelerinden sızan belli belirsiz ışıklar olmasa  sanki terk edilmiş gibi; gerçekten ürkütücü.. Merkezde bütün ticaret market,restoran ve acentelere ait; bu arada önemli not: herşey normalin iki katı fiyata!!!


Birinci gün hem aklimatize olmak hem de şehri keşfetmek üzere tozlu sokaklara attık kendimizi. Dükkanlar sadece restoran, market ve tur acentelerinden oluştuğundan ve her yer tur bakan turistlerle dolu olduğundan ilk on dk sonunda biz de kendimizi tur bakar olarak bulduk:) Hemen belirteyim San Pedro’da tur fiyatları oldukça yüksek; bunlara ilaveten bir de gidilen yerlerin giriş ücretleri var ki hiç de hafife alınacak rakamlar değil.. Bilgi için en uygun günlük tur 7.000 en pahalı ise 45.000 CLP; yani 25 ile 175 TL arasında. 

Biz buradan Bolivya’ya geçeceğimizden, Bolivya tarafında burada göreceklerimize benzer şeyler göreceğimizi bildiğimizden ve tabii Bolivya Şili'ye göre çok daha ucuz olduğundan tur tercihimizi orada kullanmak istedik ve San Pedro’da  fazla tura katılmadık. Sadece Bolivya’da göremeyeceğimizi bildiğimiz Ay Vadisi ve beraberinde Ölüm Vadisi turlarını almaya karar verdik.

Kişi başı 6.000 CLP’den satın aldığımız tur saat 16.00’da başladı; önce Ay yüzeyine benzerliği nedeniyle adına “Ay Vadisi” denen vadiyi sonra da dünyanın en kurak yeri olarak kabul edilen Ölüm vadisini (burayı keşfeden rahip Gustova De Paige çok kurak oluşu ve bu nedenle de herhangi bir canlı yaşamamasına istinaden “Marte (Mars) Vadisi” demiş buraya ama zamanla insanlar Marte’yi Muerte (Ölüm) olarak telaffuz ederek bugün bu vadinin “Ölüm Vadisi” olarak anılmasına neden olmuşlar) gezip seyir noktasında muhteşem manzaralarla güneşi batırdıktan sonra saat 21.00’de hostelimize geri döndük. İlk gün böylece biraz yorgun ama son derece keyifli üstelik de 2400 mt rakıma rağmen herhangi bir sağlık sorunu yaşamadan sona ermiş oldu.


Bu tur gerçekten keyifli; Atacama çölü ve tuzun yüzeyde oluşturduğu bembeyaz şekiller güneş altındaki yansımalarıyla yer yer kar, yer yer de su görünümüne bürünerek son derece güzel fotoğraf kareleri oluşturuyorlar. Kesinlikle tavsiye ederiz, bu tur alınsın:)

Bugünü yani ikinci günümüzü daha çok dinlenerek ve buradan sonra çıkacağımız daha yüksek irtifalar için bünyemizi hazırlayarak geçirmeye karar verdik. Zira hemen hemen  herkesin yaşadığı ve muhtemelen bizim de yaşamamız kaçınılmaz olan yüksek irtifa hastalığını ne kadar hafif atlatabilirsek Bolivya’dan o kadar keyif alacağız. 

San Pedro De Atacama Güney Amerika seyahatimizde toplam 3 hafta ayırdığımız Şili’deki son noktamız; yarın buradan Calama’ya geçip oradan da direkt bir otobüsle Bolivya’ya Uyuni’ye geçiyoruz..  Uyuni’ye buradan alacağımız bir turla geçmek yerine direkt otobüsle gitmemizin iki önemli nedeni var. Birincisi Ocak 11’e kadar tüm turların dolu ve bize ancak 12’sinde bir tur önerebiliyor olmaları.. İkincisi de geçen haftadan beri yaşanan bir sorun.. Sorun, Bolivya’da milli park giriş ücreti (150 Bolivyanos) olarak ödenen bedelin göller bölgesinde tekrar isteniyor olması.. Bu yeni uygulama nedeniyle San Pedro De Atacama’daki tur firmaları son bir haftadır turun bu bölümünü iptal edip Bolivya’ya giriş noktasını daha kuzeydeki bir yere almışlar ve bu kriz geçinceye kadar turu 3 gün 2 gece yerine 2 gün 1 gece olarak satıyorlar..  Bu durumda min. 85.000 CLP+150 Bolivyanos karşılığı satın alacağımız turda;

1. Bolivya’ya giriş noktası değişiyor ve 45 dk mesafedeki kapı yerine Calama üzerinden gidilen 5 saat mesafedeki Ollegue sınır kapısı kullanılıyor,
2. Bolivya’da renkli göller denilen bölge geziden çıkarılıyor,
3. Tuz otel denilen yerde yapılacak 2. gece konaklaması kısalan tur nedeniyle devre dışı kalıyor.


Düşündük; 1. gün sınırı geçinceye kadar zaten öğle oluyor, renkli göllerin bulunduğu bölüm de geziden çıkınca geriye sadece kayaların değişik formlarda göründüğü yerle Uyuni tuz gölü kalıyor. Bu şekilde bir gezi için bu bedeli çok yüksek bulduğumuzdan Uyuni’ye direkt kendimiz gidip turu oradan satın almaya karar verdik ve kişi başı 18.600 CLP ödeyerek (Calama 2600, Uyuni 12000 CLP) biletlerimizi aldık.  Bu durumda Uyuni’ye kadar daha rahat bir seyahat yapacağımızı ve oradan alacağımız turlarla da daha uygun fiyata daha çok yer görerek ve zaman açısından da daha rahat gezebileceğimizi varsayıyoruz. Bakalım hayırlısı:)