10 Ocak 2013 Perşembe.. Sabah
kalkıp kahvaltımızı yaptıktan hemen sonra çantalarımızdan birini boşaltıp
çıkacağımız 3 günlük turda ihtiyaç duyacağımız şeyleri koyup diğerini de
hosteldeki emanete bıraktıktan sonra tur firmasının yolunu tuttuk. Satın
aldığımız tura ait araç saat 11.30 gibi hareket etti; bir araçta 7 kişi olacak
şekilde ayarlama yapılmış, aracımızda bizden başka 5 kişilik Brezilyalı bir grup vardı. Son derece neşeli ve pozitif gençlerden oluşan grupla tanıştık; şoförümüz bizi önce tren mezarlığına, ardından da günün asıl kahramanı Uyuni tuz düzlüklerine götürdü.
Tren mezarlığı için
söylenecek çok bir şey yok; onlarca paslı vagon ve eski trenlere ait parçalar
açık hava müzesi gibi bir alanda sergileniyor. 15-20 dk kadar trenlerin üstüne
çıkıp, raylarda yatıp, hoplayıp zıplayarak
fotoğraf çektirdik.. Bu turdaki asıl olay Uyuni tuz gölü.. Deniz seviyesinden 3650
mt yukarıda yeralan, dünyanın en büyük tuz göllerinden biri olan Salar De Uyuni, sözün yetersiz kaldığı uçsuz
bucaksız bir alana (12000 km2) ve muhteşem bir güzelliğe sahip.. Dün akşam
yağmurun ardından gölün yüzeyinde biriken yaklaşık 10-15 cm, belki yer yer
20-25 cm ‘e kadar çıkan su tamamen bir ayna görevi yaparak bütün boyutları yok
edip gökyüzü, yer ve yükseklik hiçbir şey olmaksızın insanı boşlukta hissettiriyor.
Gözlüksüz bakılabilmesi imkansız, kar gibi bembeyaz, müthiş bir yansıması var ve yakıyor tabii.. Akşam
döndüğümüzde hepimiz kara kırmızıydık!!
Colchani’de tuz
çıkarılan yerleri ve piramit şeklindeki tuz tepelerini ve tuzdan
yapılan pek çok hediyelik eşyanın satıldığı dükkanları gezdikten sonra tuz otele doğru yola çıkıyoruz.
Araçla giderken sanki
denizde gidiyormuşuz hissine kapılıyoruz; zira önümüz arkamız sağımız solumuz
her yer su; karşıda serap benzeri adacıklar var ama yaklaştıkça bunların
bulutların sudaki yansımaları olduğunu fark ediyoruz; uçsuz bucaksız ve gözün
alabildiği sonsuzlukta bir denizde gidiyoruz.. Elimizde fotoğraf makineleri bu
güzellik karşısında şaşkın, bir o yana bir bu yana bakarak her şeyin
fotoğrafını çekmeye çalışıyoruz. Yakınımızdan geçen araçlar yerdeki suyu
yararak ve bu boşluk, bu sonsuzluk denizinde sanki havada uçuyorlarmış gibi
beyaz bir iz bırakarak giderken hepimiz deklanşörlere asılıyoruz. Muhtemelen o
araçtakiler de bizimkini çekiyorlar deyip gülüşüyoruz..
Tuzlu suyun aracın
motoruna ve ateşleme sistemine çok zarar verdiğini o nedenle de mümkün
olduğunca yavaş gidilmesi gerektiğini anlatan soförümüz ve rehberimiz Hector
sonunda bizi tuz otele getiriyor. Burada yaklaşık 30 dk mola verip hem tuz
oteli geziyor hem de öğle yemeğimizi yiyoruz . Menü büyük bir dilim et, sebzeli
pilav, domates, salatalık, muz ve yanında soda veya cola.. Hepimiz iştahla
yemeklere saldırıyoruz; hepsi çok lezzetli tadı tuzu yerinde, zaten olmasa da sorun yok her taraf tuz:) Bu arada burada hemen hemen bütün ülkelerin
bayrakları var; gelen turistler getirip asmışlar; bizimki hariç!! Öyle aşırı milliyetçi
olmamamıza rağmen herkes kendi bayrağını bulup onunla fotoğraf çektirirken
hafiften buruluyoruz:( Eşyaları hazırlarken hiç aklımıza gelmemişti ama
burada tüm bayrakları görünce getirmediğimize hayıflandık.. Eğer buralara
gelmeye niyetlenen varsa lütfen bir bayrak getirsin; orada Türk
Bayrağı da dalgalansın; çünkü burada Türkiye ve özellikle de İstanbul çok
popüler. Hemen herkesin rüyası Türkiye’yi görmek.. Özellikle de İstanbul’u..
Kime “Türkiye’den geliyoruz “ yada “İstanbul” dediysek gözleri parlıyor ve bize
yaklaşımı hemen değişiyor; o nedenle bayrak kesinlikle çok faydalı olacak.
Neyse tekrar yola çıktığımızda gençlerin hepsi uykuya dalıyor, biz de Bora’yla sonradan hep birlikte çok güleceğimiz uyku hallerini fotoğraflayıp vakit geçiriyoruz; bir sonraki durağımız devasa kaktüslerin bulunduğu Incahuasi Adası ve önümüzde en az 1 saat sürecek bir deniz yolculuğu (!) var. 4x4 ciplerle yaptığımız bu yolculuk gerçekten anlatılması imkansız bir macera; sanki gölün ortasındaki bir adaya gidiyoruz her tarafımız uçsuz bucaksız su; adeta deniz; ama biz arabadayız çünkü aslında sadece tuz düzlükleri üzerindeyiz.
Neyse tekrar yola çıktığımızda gençlerin hepsi uykuya dalıyor, biz de Bora’yla sonradan hep birlikte çok güleceğimiz uyku hallerini fotoğraflayıp vakit geçiriyoruz; bir sonraki durağımız devasa kaktüslerin bulunduğu Incahuasi Adası ve önümüzde en az 1 saat sürecek bir deniz yolculuğu (!) var. 4x4 ciplerle yaptığımız bu yolculuk gerçekten anlatılması imkansız bir macera; sanki gölün ortasındaki bir adaya gidiyoruz her tarafımız uçsuz bucaksız su; adeta deniz; ama biz arabadayız çünkü aslında sadece tuz düzlükleri üzerindeyiz.
Adaya vardığımızda
gerçekten kaktüslerin boyutları ve miktarı konusunda şaşkına dönüyoruz; ada
tamamen kaktüs dolu.. Neden sadece buradalar? Bu koskoca tuz denizinde bir ada
dolusu kaktüsün ne işi var? Ayrıca adada tatlı su var; yer altından geliyor ve
tüm araçlar motor kaputlarını açıp tuzla dolmuş radyatörlerini bu suyla yıkıyorlar;
şoförler şişelerini doldurup bu sudan içiyorlar; burası gerçekten inanılmaz.!!
Araçtan iniyoruz; adanın tepesine
kadar uzanan bir patika var; giriş kişi başı 30 bob yani 8 TL gibi.. Yine bol
bol fotoğraf çekiyoruz.. Hatta bu sefer artık dayanamayıp botları çıkartıyor ve
paçaları sıvayıp suya giriyoruz. Buradaki fotoğraflar çok daha farklı; sudaki
yansımalar muhteşem.. Çeşit çeşit pozlar verip yansımalarla oynadıktan sonra,
üstümüz başımız her yanımız bembeyaz tuz, tekrar araca dönüyoruz. Ne kadar
temizlediysek de üzerimizde kuruyan tuzun beyazlığı tam olarak gitmiyor ve biz
de araçla aynı renkte bembeyaz tekrar
yola devam ediyoruz.
Dün gece yağan
yağmurun yolda oluşturduğu su birikintileri ve balçık içinde giderken zaman
zaman kayarak yoldan çıkan aracımız nedeniyle biraz telaşlansak da şoförümüz
Hector son derece sakin; hemen arazi vitesine geçip yola devam ediyor ve San
Juan’a kadar sorunsuz geliyoruz.
Burası bu gece
konaklayacağımız otelin bulunduğu küçücük bir köy. Geçim kaynakları turizm ve qinua.. Otel
dediğimiz barakadan iyice bir ev; elektrik yok,
su artezyen, duvarlar kerpiç, tavanlar sıkıştırılmış ot üzerine gerilmiş
kümes teli.. Otele girer girmez bardaktan boşanırcasına yağmur indiriyor; ama
şanslıyız tam zamanında içerdeyiz.. 1,5-2 saat kadar dinlendikten sonra saat
20.30 gibi önce kahve ve bisküvi, ardından da sebze çorbası, fırında patates ve
tavuktan oluşan son derece lezzetli bir akşam yemeği servisi yapılıyor. Otelde
bizim tur firmasına ait üç araçla gelen
toplam 21 kişi kalıyoruz; 2 çek, 1 fransız,16 brezilyalı ve 2 türküz.. Yarın
sabah 07.00’de kahvaltı sonrası tekrar yola çıkıp turumuza Ollegue Volkanı ve
göllerle devam edeceğiz.
11 Ocak 2013 Cuma..
Sabah saat 06.30 gibi kalktık 07.00’de hepimiz kahvaltı masasındaydık. Kahvaltı
yine bu koşullarda hazırlanabilecek en iyi şekilde geldi; Güney Amerika’ya
geldiğimizden beri soframızdan eksik olmayan dulce de leche ve yanında şeftali
marmelatı, terayağ, kızarmış ekmek, kahve, çay ve süttozu..
Kahvaltı sonrası hemen
yola koyulduk; hava bulutlu ve yağmur ihtimali olduğu için rehberimiz Hector
süreleri mümkün olduğunca havaya göre ayarlayarak bize çevreyi gezdirip her
yerde bilgi veriyor. Halen aktif olan Ollegue Volkanı tamamen bulutlarla kaplı
ve bir türlü tepesinden yükselen dumanı görüntülememize izin vermiyor.
Bulutlar açılacak gibi görünmediğinden yağmur bastırmadan flamingoları görmek
üzere güneye yani göller bölgesine doğru hareket ediyoruz.
Sırasıyla Laguna Canapa, Chiarkota, Hedionda ve Honda
göllerini ziyaret edip üç farklı türdeki binlerce flamingoyu izliyoruz..
Tabelalardaki uyarıları dikkate alarak çok yaklaşmadan ve flamingoları
ürkütmeden fotoğraflarımızı çektikten sonra burada öğle yemeğimizi yeyip Arbol
De Piedra denen yere gitmek üzere tekrar yola çıkıyoruz.
Arbol De Piedra denen
yerde çölün ortasında devasa kaya blokları var. Kayalar 15-20 mt gibi ve
etrafta başka hiç bir şey olmadığından insan ister istemez "bu kayalar buraya nasıl gelmiş" yada "neden
sadece bunlar kalmışlar" diye düşünmeden edemiyor.
Bulutlar arasından
yavaş yavaş kendini gösteren güneşle birlikte yaklaşık 20 dk burada oyalanıp
fotoğraf çektikten sonra yola devam edip, aşağıdaki milli parka girilmediği
için güneydeki son noktamız olan Colorada Gölü’ne geliyoruz. Colorada Gölü
adından da anlaşılacağı üzere renklerin adeta birbiriyle dans ettiği büyük bir
göl; burada da binlerce belki de on
binlerce flamingo var.. Göl zaten yeşil kırmızı mavi mor, ama sanki güneşin
açısına ve rüzgarın yönüne göre de yüzeyinde ayrı ara renkler oluşuyor, sanki
her bakışınızda renkler değişiyor gibi.. Göl kenarında uzun bir mola verip
bu renkleri ve flamingoları seyrediyoruz. Günün son ziyaret yeri Los Geyzers
denen gayzerler bölgesi.. 4900 mt yükseklikte yeralan ve rengarenk çukurlar
içinde kaynayıp ara ara gürültüyle ve dumanlar çıkararak patlayan gayzerler
gerçekten çok ilginç! Zemin çok tekin olmadığından mümkün olduğunca dikkatli ve
çok yakına gitmemeye çalışarak kaynayan renkli çamurları izleyip fotoğraf
çekiyoruz.Bu arada gayzerler konusunda El Tatio'nun daha iyi olduğunu (biraz daha büyük ve yüksek patlamalarla izlenebildikleri söyleniyor) öğreniyoruz; meraklıları için San Pedro De Atacama'daki El Tatio gayzer turunu öneririz.
Bunlar o kadar yüksek ve şiddetli patlamalarla gelmiyorlar ama yine de insanı ürkütüyorlar.. Los Gaysers denen bölgede zemin
depremler nedeniyle büyük yarıklardan oluşuyor. Bu yarıklar son derece derin ve
bölgeyi birden çok parçaya ayırmış durumda; öyle atlayarak karşıya geçmek falan
imkansız.. Araçlarla gelirken şoförlerin
yol olmayan yerlerden geçip dağlara tepelere tırmanmalarının nedenini buraları
görünce daha iyi anlıyoruz.
Bu arada Uyuni’ye
geldiğimizde araç kiralamayı ve bölgeyi kendi kendimize gezmeyi düşünüp, araç
kiralama firması bulamayınca da mecburen bu fikirden uzaklaşmıştık. Ama şimdi
anlıyoruz ki araç bulmuş olsak bile bu arazide kendi başımıza gezmemiz
imkansızmış.
İkinci ve son
konaklamamız Colorada Gölü kenarında yine dün akşamkine benzer bir evde, ancak bu kez odalar ayrı değil her araç bir odada kalacak şekilde 7’şer kişilik
yatak ayarlanmış. Yine su sınırlı, elektrik yok, aydınlatma aküyle ancak çay
kahve ve bisküvi servisinin ardından gelen çorba, napolitan soslu makarna ve
şarap hepsinden güzel karşılanıyor.. Yemekler yenilip şaraplar içildikten sonra
son gece olması dolayısıyla facebook ve e-mail adresleri paylaşılıyor.
Ertesi gün bazı gruplar buradan direkt sınıra gidip San Pedro De Atacama
otobüsüne binecek, bizim de içinde bulunduğumuz diğerleri ise Uyuni’ye geri
dönecekler.
Biraz da şarabın
etkisiyle birbirinden ayrılacak gruplarda sohbetler giderek koyulaşıyor ancak
ertesi gün sabah 05.00’de kalkılıp
kahvaltı sonrası yola çıkılacağından mecburen herkes yataklara çekiliyor. Bir
süre de yatakta devam eden sohbet sonrası bastıran yorgunlukla sesler yavaş
yavaş horlamaya dönüşüyor.
Biz yarı uyur yarı
uyanık sabahı erken yaptık; saat 06.00’da San Pedro De Atacama’ya gitmek üzere
sınıra doğru yola çıkacak arkadaşlarımızı uğurlamak üzere kahvaltı
masasındaydık. Uğurlama faslı ardından birer kahve daha içip çantalarımızı
topladıktan sonra Uyuni’ye dönecek diğer gruplardan oluşan yeni aracımız ve
yeni rehberimiz Juan’la birlikte yola çıktık.
Dönüş yolu toplam 6 saat kadar sürdü; bu arada yolumuz üzerinde yeralan kaya vadisine gittik ve Alota Köyü’nde öğle yemeğimizi yeyip San Cristobal’da Bolivya'nın ilk colonial kilisesini gördük. Saat 16.00 gibi tekrar Uyuni’deydik. Öncelikle ertesi gün çıkacağımız Potosi yolculuğu için biletlerimizi alıp (kişi başı 35 Bolivyanos yani 10 TL) akşam için yiyecek bir şeyler ayarladıktan sonra kendimizi hostele attık. Uykusuz geçen gecenin ve sabah 05.00’den beri ayakta olmanın yorgunluğuyla önce sıcak bir duş alıp ardından bir şeyler atıştırdıktan sonra kendimizden geçmişiz. Bir ara dışarıdaki fırtına ve camlara vuran yağmurun sesiyle uyansak da hiçbir şey bizi bu derin uykudan alıkoyamazdı…
Dönüş yolu toplam 6 saat kadar sürdü; bu arada yolumuz üzerinde yeralan kaya vadisine gittik ve Alota Köyü’nde öğle yemeğimizi yeyip San Cristobal’da Bolivya'nın ilk colonial kilisesini gördük. Saat 16.00 gibi tekrar Uyuni’deydik. Öncelikle ertesi gün çıkacağımız Potosi yolculuğu için biletlerimizi alıp (kişi başı 35 Bolivyanos yani 10 TL) akşam için yiyecek bir şeyler ayarladıktan sonra kendimizi hostele attık. Uykusuz geçen gecenin ve sabah 05.00’den beri ayakta olmanın yorgunluğuyla önce sıcak bir duş alıp ardından bir şeyler atıştırdıktan sonra kendimizden geçmişiz. Bir ara dışarıdaki fırtına ve camlara vuran yağmurun sesiyle uyansak da hiçbir şey bizi bu derin uykudan alıkoyamazdı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder