28 Mayıs 2013 Salı

Uyuni Turu (2 gece 3 gün)




10 Ocak 2013 Perşembe.. Sabah kalkıp kahvaltımızı yaptıktan hemen sonra çantalarımızdan birini boşaltıp çıkacağımız 3 günlük turda ihtiyaç duyacağımız şeyleri koyup diğerini de hosteldeki emanete bıraktıktan sonra tur firmasının yolunu tuttuk. Satın aldığımız tura ait araç saat 11.30 gibi hareket etti; bir araçta 7 kişi olacak şekilde ayarlama yapılmış, aracımızda bizden başka 5 kişilik Brezilyalı bir grup vardı. Son derece neşeli ve pozitif gençlerden oluşan grupla tanıştık; şoförümüz bizi önce tren mezarlığına, ardından da günün asıl kahramanı Uyuni tuz düzlüklerine götürdü.

Tren mezarlığı için söylenecek çok bir şey yok; onlarca paslı vagon ve eski trenlere ait parçalar açık hava müzesi gibi bir alanda sergileniyor. 15-20 dk kadar trenlerin üstüne çıkıp, raylarda yatıp, hoplayıp zıplayarak fotoğraf çektirdik.. Bu turdaki asıl olay Uyuni tuz gölü.. Deniz seviyesinden 3650 mt yukarıda yeralan, dünyanın en büyük tuz göllerinden biri olan  Salar De Uyuni, sözün yetersiz kaldığı uçsuz bucaksız bir alana (12000 km2) ve muhteşem bir güzelliğe sahip.. Dün akşam yağmurun ardından gölün yüzeyinde biriken yaklaşık 10-15 cm, belki yer yer 20-25 cm ‘e kadar çıkan su tamamen bir ayna görevi yaparak bütün boyutları yok edip gökyüzü, yer ve yükseklik hiçbir şey olmaksızın insanı boşlukta hissettiriyor. Gözlüksüz bakılabilmesi imkansız, kar gibi bembeyaz, müthiş bir  yansıması var ve yakıyor tabii.. Akşam döndüğümüzde hepimiz kara kırmızıydık!!


Colchani’de tuz çıkarılan yerleri ve piramit şeklindeki tuz tepelerini ve tuzdan yapılan pek çok hediyelik eşyanın satıldığı dükkanları gezdikten sonra tuz otele doğru yola çıkıyoruz.

Araçla giderken sanki denizde gidiyormuşuz hissine kapılıyoruz; zira önümüz arkamız sağımız solumuz her yer su; karşıda serap benzeri adacıklar var ama yaklaştıkça bunların bulutların sudaki yansımaları olduğunu fark ediyoruz; uçsuz bucaksız ve gözün alabildiği sonsuzlukta bir denizde gidiyoruz.. Elimizde fotoğraf makineleri bu güzellik karşısında şaşkın, bir o yana bir bu yana bakarak her şeyin fotoğrafını çekmeye çalışıyoruz. Yakınımızdan geçen araçlar yerdeki suyu yararak ve bu boşluk, bu sonsuzluk denizinde sanki havada uçuyorlarmış gibi beyaz bir iz bırakarak giderken hepimiz deklanşörlere asılıyoruz. Muhtemelen o araçtakiler de bizimkini çekiyorlar deyip gülüşüyoruz..

Tuzlu suyun aracın motoruna ve ateşleme sistemine çok zarar verdiğini o nedenle de mümkün olduğunca yavaş gidilmesi gerektiğini anlatan soförümüz ve rehberimiz Hector sonunda bizi tuz otele getiriyor. Burada yaklaşık 30 dk mola verip hem tuz oteli geziyor hem de öğle yemeğimizi yiyoruz . Menü büyük bir dilim et, sebzeli pilav, domates, salatalık, muz ve yanında soda veya cola.. Hepimiz iştahla yemeklere saldırıyoruz; hepsi çok lezzetli tadı tuzu yerinde, zaten olmasa da sorun yok her taraf tuz:) Bu arada burada hemen hemen bütün ülkelerin bayrakları var; gelen turistler getirip asmışlar; bizimki hariç!! Öyle aşırı milliyetçi olmamamıza rağmen herkes kendi bayrağını bulup onunla fotoğraf çektirirken hafiften buruluyoruz:( Eşyaları hazırlarken hiç aklımıza gelmemişti ama burada tüm bayrakları görünce getirmediğimize hayıflandık.. Eğer buralara gelmeye niyetlenen varsa lütfen bir bayrak getirsin; orada Türk Bayrağı da dalgalansın; çünkü burada Türkiye ve özellikle de İstanbul çok popüler. Hemen herkesin rüyası Türkiye’yi görmek.. Özellikle de İstanbul’u.. Kime “Türkiye’den geliyoruz “ yada “İstanbul” dediysek gözleri parlıyor ve bize yaklaşımı hemen değişiyor; o nedenle bayrak kesinlikle çok faydalı olacak.

Neyse tekrar yola çıktığımızda gençlerin hepsi uykuya dalıyor, biz de Bora’yla sonradan hep birlikte çok güleceğimiz uyku hallerini fotoğraflayıp vakit geçiriyoruz; bir sonraki durağımız devasa kaktüslerin bulunduğu  Incahuasi  Adası ve önümüzde en az 1 saat sürecek bir deniz yolculuğu (!) var. 4x4 ciplerle yaptığımız bu yolculuk gerçekten anlatılması imkansız bir macera; sanki gölün ortasındaki bir adaya gidiyoruz her tarafımız uçsuz bucaksız su; adeta deniz; ama biz arabadayız çünkü aslında sadece tuz düzlükleri üzerindeyiz.

Adaya vardığımızda gerçekten kaktüslerin boyutları ve miktarı konusunda şaşkına dönüyoruz; ada tamamen kaktüs dolu.. Neden sadece buradalar? Bu koskoca tuz denizinde bir ada dolusu kaktüsün ne işi var? Ayrıca adada tatlı su var; yer altından geliyor ve tüm araçlar motor kaputlarını açıp tuzla dolmuş radyatörlerini bu suyla yıkıyorlar; şoförler şişelerini doldurup bu sudan içiyorlar; burası gerçekten inanılmaz.!!

Araçtan iniyoruz; adanın tepesine kadar uzanan bir patika var; giriş kişi başı 30 bob yani 8 TL gibi.. Yine bol bol fotoğraf çekiyoruz.. Hatta bu sefer artık dayanamayıp botları çıkartıyor ve paçaları sıvayıp suya giriyoruz. Buradaki fotoğraflar çok daha farklı; sudaki yansımalar muhteşem.. Çeşit çeşit pozlar verip yansımalarla oynadıktan sonra, üstümüz başımız her yanımız bembeyaz tuz, tekrar araca dönüyoruz. Ne kadar temizlediysek de üzerimizde kuruyan tuzun beyazlığı tam olarak gitmiyor ve biz de araçla aynı renkte  bembeyaz tekrar yola devam ediyoruz.

Dün gece yağan yağmurun yolda oluşturduğu su birikintileri ve balçık içinde giderken zaman zaman kayarak yoldan çıkan aracımız nedeniyle biraz telaşlansak da şoförümüz Hector son derece sakin; hemen arazi vitesine geçip yola devam ediyor ve San Juan’a kadar sorunsuz geliyoruz.

Burası bu gece konaklayacağımız otelin bulunduğu küçücük bir köy.  Geçim kaynakları turizm ve qinua.. Otel dediğimiz barakadan iyice bir ev; elektrik yok,  su artezyen, duvarlar kerpiç, tavanlar sıkıştırılmış ot üzerine gerilmiş kümes teli.. Otele girer girmez bardaktan boşanırcasına yağmur indiriyor; ama şanslıyız tam zamanında içerdeyiz.. 1,5-2 saat kadar dinlendikten sonra saat 20.30 gibi önce kahve ve bisküvi, ardından da sebze çorbası, fırında patates ve tavuktan oluşan son derece lezzetli bir akşam yemeği servisi yapılıyor. Otelde bizim tur firmasına ait  üç araçla gelen toplam 21 kişi kalıyoruz; 2 çek, 1 fransız,16 brezilyalı ve 2 türküz.. Yarın sabah 07.00’de kahvaltı sonrası tekrar yola çıkıp turumuza Ollegue Volkanı ve göllerle devam edeceğiz.

11 Ocak 2013 Cuma.. Sabah saat 06.30 gibi kalktık 07.00’de hepimiz kahvaltı masasındaydık. Kahvaltı yine bu koşullarda hazırlanabilecek en iyi şekilde geldi; Güney Amerika’ya geldiğimizden beri soframızdan eksik olmayan dulce de leche ve yanında şeftali marmelatı, terayağ, kızarmış ekmek, kahve, çay ve süttozu..

Kahvaltı sonrası hemen yola koyulduk; hava bulutlu ve yağmur ihtimali olduğu için rehberimiz Hector süreleri mümkün olduğunca havaya göre ayarlayarak bize çevreyi gezdirip her yerde bilgi veriyor. Halen aktif olan Ollegue Volkanı tamamen bulutlarla kaplı ve bir türlü tepesinden yükselen dumanı görüntülememize izin vermiyor. Bulutlar açılacak gibi görünmediğinden yağmur bastırmadan flamingoları görmek üzere güneye yani göller bölgesine doğru hareket ediyoruz.

Sırasıyla  Laguna Canapa, Chiarkota, Hedionda ve Honda göllerini ziyaret edip üç farklı türdeki binlerce flamingoyu izliyoruz.. Tabelalardaki uyarıları dikkate alarak çok yaklaşmadan ve flamingoları ürkütmeden fotoğraflarımızı çektikten sonra burada öğle yemeğimizi yeyip Arbol De Piedra denen yere gitmek üzere tekrar yola çıkıyoruz.

Arbol De Piedra denen yerde çölün ortasında devasa kaya blokları var. Kayalar 15-20 mt gibi ve etrafta başka hiç bir şey olmadığından insan ister istemez  "bu kayalar buraya nasıl gelmiş" yada "neden sadece bunlar kalmışlar" diye düşünmeden edemiyor.

Bulutlar arasından yavaş yavaş kendini gösteren güneşle birlikte yaklaşık 20 dk burada oyalanıp fotoğraf çektikten sonra yola devam edip, aşağıdaki milli parka girilmediği için güneydeki son noktamız olan Colorada Gölü’ne geliyoruz. Colorada Gölü adından da anlaşılacağı üzere renklerin adeta birbiriyle dans ettiği büyük bir göl; burada da binlerce  belki de on binlerce flamingo var.. Göl zaten yeşil kırmızı mavi mor, ama sanki güneşin açısına ve rüzgarın yönüne göre de yüzeyinde ayrı ara renkler oluşuyor, sanki her bakışınızda renkler değişiyor gibi.. Göl kenarında uzun bir mola verip bu renkleri ve flamingoları seyrediyoruz. Günün son ziyaret yeri Los Geyzers denen gayzerler bölgesi.. 4900 mt yükseklikte yeralan ve rengarenk çukurlar içinde kaynayıp ara ara gürültüyle ve dumanlar çıkararak patlayan gayzerler gerçekten çok ilginç! Zemin çok tekin olmadığından mümkün olduğunca dikkatli ve çok yakına gitmemeye çalışarak kaynayan renkli çamurları izleyip fotoğraf çekiyoruz.Bu arada gayzerler konusunda El Tatio'nun daha iyi olduğunu (biraz daha büyük ve yüksek patlamalarla izlenebildikleri söyleniyor) öğreniyoruz; meraklıları için San Pedro De Atacama'daki El Tatio gayzer turunu öneririz.

Bunlar o kadar yüksek ve şiddetli patlamalarla gelmiyorlar ama yine de insanı ürkütüyorlar.. Los Gaysers denen bölgede zemin depremler nedeniyle büyük yarıklardan oluşuyor. Bu yarıklar son derece derin ve bölgeyi birden çok parçaya ayırmış durumda; öyle atlayarak karşıya geçmek falan imkansız..  Araçlarla gelirken şoförlerin yol olmayan yerlerden geçip dağlara tepelere tırmanmalarının nedenini buraları görünce daha iyi anlıyoruz.

Bu arada Uyuni’ye geldiğimizde araç kiralamayı ve bölgeyi kendi kendimize gezmeyi düşünüp, araç kiralama firması bulamayınca da mecburen bu fikirden uzaklaşmıştık. Ama şimdi anlıyoruz ki araç bulmuş olsak bile bu arazide kendi başımıza gezmemiz imkansızmış.

İkinci ve son konaklamamız Colorada Gölü kenarında yine dün akşamkine benzer bir evde, ancak bu kez odalar ayrı değil her araç bir odada kalacak şekilde 7’şer kişilik yatak ayarlanmış. Yine su sınırlı, elektrik yok, aydınlatma aküyle ancak çay kahve ve bisküvi servisinin ardından gelen çorba, napolitan soslu makarna ve şarap hepsinden güzel karşılanıyor.. Yemekler yenilip şaraplar içildikten sonra son gece olması dolayısıyla facebook ve e-mail adresleri paylaşılıyor. Ertesi gün bazı gruplar buradan direkt sınıra gidip San Pedro De Atacama otobüsüne binecek, bizim de içinde bulunduğumuz diğerleri ise Uyuni’ye geri dönecekler.

Biraz da şarabın etkisiyle birbirinden ayrılacak gruplarda sohbetler giderek koyulaşıyor ancak ertesi gün  sabah 05.00’de kalkılıp kahvaltı sonrası yola çıkılacağından mecburen herkes yataklara çekiliyor. Bir süre de yatakta devam eden sohbet sonrası bastıran yorgunlukla sesler yavaş yavaş horlamaya dönüşüyor.

Biz yarı uyur yarı uyanık sabahı erken yaptık; saat 06.00’da San Pedro De Atacama’ya gitmek üzere sınıra doğru yola çıkacak arkadaşlarımızı uğurlamak üzere kahvaltı masasındaydık. Uğurlama faslı ardından birer kahve daha içip çantalarımızı topladıktan sonra Uyuni’ye dönecek diğer gruplardan oluşan yeni aracımız ve yeni rehberimiz Juan’la birlikte yola çıktık.


Dönüş yolu toplam 6 saat kadar sürdü; bu arada yolumuz üzerinde yeralan kaya vadisine gittik ve Alota Köyü’nde öğle yemeğimizi yeyip San Cristobal’da Bolivya'nın ilk colonial kilisesini gördük. Saat 16.00 gibi tekrar Uyuni’deydik. Öncelikle ertesi gün çıkacağımız Potosi yolculuğu için biletlerimizi alıp (kişi başı 35 Bolivyanos yani 10 TL) akşam için yiyecek bir şeyler ayarladıktan sonra kendimizi hostele attık.  Uykusuz geçen gecenin ve sabah 05.00’den beri ayakta olmanın yorgunluğuyla önce sıcak bir duş alıp ardından bir şeyler atıştırdıktan sonra kendimizden geçmişiz. Bir ara dışarıdaki fırtına ve camlara vuran yağmurun sesiyle uyansak da hiçbir şey bizi bu derin uykudan alıkoyamazdı… 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder