İsviçre'den ayrılıp Fransa'ya giriyoruz yönümüz Lyon
İsviçre’deki üçüncü günümüze yine güzel bir güneşle
uyanıyoruz. Önümüzde yemyeşil çayırlarla kaplı küçük küçük köyler uzanıyor.
Yönümüz Cenevre ve planımız, bugün İsviçre’den ayrılıp Fransa’ya geçmek. Lyon yakınlarında bir yerde yaşadığını bildiğimiz arkadaşlarımız Recai ve Helen'i görmek istiyoruz. Recai'nin eşi Helen Fransız ve tam bir at tutkunu. Uzun yıllardan bu yana Lyon yakınlarında yaşıyorlar. Eskiden çok sayıda atları vardı binicilik ve bakım konusunda çocuklar gençler için dönemsel kurslar düzenliyorlardı. Şimdilerde ise atların sayısını epeyce
düşürüp işi hobiye dönüştürmüş ve tüm konsantrasyonlarını “Komutekir” markasıyla
ürettirdikleri binici kıyafetlerine yoğunlaştırmış durumdalar.
13 Nisan Pazartesi akşam üzeri Morestel'e ulaşıyoruz.
Morestel bizimkilerin yaşadığı yere 20-25 km kadar geride yine bir ortaçağ
kenti. Yukarıda gösterişli bir kale, kale etrafında yine daracık sokaklar ve
ahşap panjurlu taş evler var. Sokaklar tamamen taş döşeli ama taşlar belli ki gerçekten
yüzyıllardan buyana oradalar.. insan sokak aralarında yürürken ister istemez
ortaçağı anlatan filmlerden birinde gibi hissediyor.
Kalenin hemen yanında kilise var, ilk çağlardan buyana din ve idare hep bir arada olmuş. Şehir merkezi eski haliyle korunmuş, dar sokaklarındaki eski yapılar bar yada restoran olarak restore edilmiş. Arabayı park edip biraz yürüdüğümüzde solda bir Türk kebapçıyla karşılaşıyoruz. İçeri girip en azından bir selam verelim diyerek kapıyı araladığımızda Battal’la tanışıyoruz.
Kalenin hemen yanında kilise var, ilk çağlardan buyana din ve idare hep bir arada olmuş. Şehir merkezi eski haliyle korunmuş, dar sokaklarındaki eski yapılar bar yada restoran olarak restore edilmiş. Arabayı park edip biraz yürüdüğümüzde solda bir Türk kebapçıyla karşılaşıyoruz. İçeri girip en azından bir selam verelim diyerek kapıyı araladığımızda Battal’la tanışıyoruz.
Battal Akdağ Maden’li; uzun yıllardır Fransa’da yaşadığını
öğreniyoruz. Biraz hoş beş derken tanışıp anlaşıyoruz ama bizim daha yolumuz
var kalmamız mümkün değil. Battal’ın taze çayından birer bardak içtikten sonra
vedalaşmak istiyoruz derken içeri Batta'ın bir Türk arkadaşı giriyor ve
bizim de Türk olduğumuzu görünce elindeki paketi gösterip “abi bunlardan birer tane
yemeden bırakmam” diyor. Neymiş diye pakete bakıyoruz aman Allah'ım tulumba tatlısı !! Ne zamandır yollardayız, tulumba bulur da yemez miyiz ? Hemen ayak üstü birer tatlı atıştırıp yeni gelen
arkadaşla da tanışıyoruz. O da Fransa’ya evlenip gelmiş aslen İstanbulluymuş
ama o Battal gibi burada mutlu değilmiş çok yakında Türkiye’ye geri dönecekmiş
işini de hazırlamış.
Oradan buradan konuşurken konu Recai’ye geliyor; boyu posu saçı derken
hemen çıkartıyorlar ve ilk söyledikleri"çok iyi biliyoruz at malzemesi satıyor ama abi o Türk mü? Biz onu Fransız sanıyorduk" oluyor.
Morestel'e, Battal'a ve arkadaşına tekrar tekrar teşekkür edip vedalaştıktan sonra hava kararmak üzereyken Recai ve Helen’in yaşadığı
Veyssilieu’daki çiftliği buluyoruz. Kapıyı Helen açıyor, sımsıcak kucaklaşıyoruz, işte bu muhteşem bir şey! Nerede olursa olsun insanın kendi canından kanından kendi kültüründen biriyle kucaklaşmaya ihtiyacı var; bunu ancak uzun süre ayrı kaldığında farkediyor insan :)
burada bitti mi? Merhaba Yakut hanım 2 gündür yazılarınız baştan sona okudum eşimle ilham kaynağımız oldunuz şu anda karavan almak ve geziye çıkmak için plan yapmaya başladık. Rotanız çok hoşumuza gitti keşke sonuna kadar yazsaymışsınız. Bir de aracınızın modeli iç dizaynı gibi şeyler hakkında bilgi almam mümkün mü? (umarım bu yorumumu görürsünüz)
YanıtlaSil