Sabah saat 09.00’da konakladığımız hostel tarafından hazırlanan araçla yola koyulup Tivat’a doğru hareket ediyoruz. Körfez yine pırıl pırıl ve ütülenmiş çarşaf görüntüsünde.
Otobüslerin kullandığı ana yol yerine sahildeki dar yoldan
devam ediyoruz. Amacımız bir yere varmak değil, daha çok bu güzel körfezin
kıyılarını keşfetmek ve manzarayı izlerken beğendiğimiz yerde de durup fotoğraf
çekebilecek hızda seyretmek.
Tivat güzel ve huzurlu bir yerleşim yeri görüntüsünde,
oldukça da büyük ama Kotor veya Perast gibi tarihi zenginliği yok daha çok
modern diyebilirim. Burayı önemli kılan şey, Avrupa sosyetesinin milyon
dolarlık yatlarının uğrak yeri olan Porto Montenegro.
Çok ilgimizi çekmese de uğramadan geçmeyelim diyerek girip
bakıyoruz; devasa bir yat limanı yapılmış içinde rezidans spa spor tesisleri
alışveriş mağazaları ile köy irisi bir yer ve tabii inanılmaz büyüklükte
tekneler, yatlar, falan filan.
Tivat’tan sonra sırada Budva var. Buradan itibaren Kotor
Körfezi’nden çıkmış durumdayız artık Adriyatik kıyısında ilerliyoruz. Budva
karşıdan bakıldığında bana Kuşadası’nı hatırlatıyor koskoca oteller
apartmanlarla tamamen beton yığınına dönmüş ama eski Budva’yı görelim diyerek
giriyoruz.
Eski Budva Kotor modeli ama oldukça miniği.. Kalenin
duvarından içeri girip ilerlediğimizde küçücük güzel bir koyda kumsalla ve
denizle buluşuyoruz. Tek tük denize giren insan var, genelde kumsaldaki
sandalyelerde oturmuş bir şeyler yiyip içiyorlar. Burası plaj kafeteryası
tadında bir yer.
Budva sokaklarında yürürken tıpkı diğerlerinde olduğu gibi
zamanda yolculuk yapıyoruz. Taş döşeli daracık sokaklar sanki ortaçağdayız
hissi yaratıyor. Rüyadan uyandıran önemli şeylerden biri nefis kokularıyla
bakery (fırın) dükkanları, diğeri de kulağımıza sürekli çalınan Türkçe.
Budva’da epeyce fazla Türk olması ilginç mi bilmiyorum ama gerçekten
çok var. Bizim görebildiklerimiz Eski Budva sokaklarındaki hediyelik eşya ve kuyumcu
dükkanlarının işletmecileri kimbilir
inşaat vb sektörlerde ne kadar yatırımcı vardır.. Bu arada çok da Türk turist var tabii
dolayısıyla yabancılık çekmeden gezmek mümkün buralarda. Çok sıkışırsa hemen
bir Türk bulup yardım isteyebilir insan..
Sonraki durağımız yol boyu arabaların, otobüslerin de durup
fotoğraf aldığı Sveti Stefan adasıydı. Sırf
bunun için tam karşısına kocaman bir cep yapmışlar ki yolda kazalar yaşanmasın.
Dünyanın en önemli adalarından biri olan Sveti Stefan zamanında balıkçıların
yaşadığı küçücük ve önemsiz bir yerken şu anda dünyanın en en pahalı konaklama
adresi. Ne varmış da bu kadar pahalıymış’ı anlamak isteyenler bir para
karşılığı adaya girebiliyorlar. Bu sezon fiyat 10-15€ imiş.
Yola devam edip önce Petrovaç Kilisesi’ni sonra da Bar’ı
görüp dönüşe geçelim istiyoruz. Yukarıda Skadar Gölü var, sapaktan 26 km
civarında ama gidersek görüp hemen dönmek zorunda kalacağız ki bizim gezme
tarzımıza hiç uygun değil. Yani gölde tekne turu yapmak, kıyıda yürüyüş yapmak,
bir yerde oturup bir şeyler yiyip içmek ve orayı yaşamak olmadan keyfi tam
çıkmıyor bize göre. Neyse Skadar Gölü’nü Arnavutluk’ta göreceğiz bu durumda.
Bar Karadağ’ın en önemli liman şehri. Bar’la İtalya’nın
büyük limanları arasında sürekli gemiler şilepler çalışıyor. Burası büyük
ticaret noktası dolayısıyla Bar’dan Belgrad’a geçen bir de tren hattı var. Bir
fırsatta bu hattı kullanıp Belgrad’a geçmek de keyifli olabilir ama Avrupa’da
birkaç noktayı daha ilave edip Shengen almak lazım yoksa sırf burası için
masrafa değmez..
Dönüşte yukarı çıkıp Çetinje’ye geçtik. Burası Karadağ’ın
eski başkenti. Şehir Podgorica’yla karşılaştırıldığında gerçekten tam bir
başkent havasında. Her yer İngiltere misali yemyeşil devasa parklarla kaplı,
kocaman bir meydana açılan güzel sokaklarıyla son derece düzenli bir yerleşime
sahip.Şu anda üniversite olarak kullanılan manastır gezilip görülmesi gereken
yerlerin başında geliyor. Turizm enformasyondan 10€’ya bir bilet alıp tüm
müzeleri bu biletle gezmek mümkün. Burada biraz zaman geçirmenizi öneririm;
bizim gittiğimizde hava kararmak üzere ve gezilecek yerler hepsi kapalı
olduğundan, biz Çetinje’nin hakkını tam veremedik. Ama bu kadarı bile aklımızın
bir köşesine “Montenegro’da yaşanabilecek şehir” olarak yerleşmesine yetti.
Lovcen Milli Parkı da Çetinje’nin kaderine ortak oldu tabii.
Biraz gördük ama içinde yaşayıp hissedemedik. Burası, muhtemelen Kotor Budva ve
civarında yaşayan insanların Akdeniz iklimi’nin sıcak ve nemli havasından
kaçmak istediklerinde sığındıkları yer. Sıcaklık farkı inanılmaz yüksek.. tam
bir yayla Lovcen Milli Parkı. Evler çatılarından da anlaşılacağı üzere kara
göre yapılmış. Aşağıda deniz güneş yukarıda kar buz. Tıpkı Antalya’nın
Saklıkent’i gibi.
Gün batımından hemen önce tepede, tam Kotor Körfezi’nin
üstünde, körfezin Adriyatik’ten içeri kıvrıldığı boğazdan itibaren olanca
güzelliğiyle altımızda uzandığı bir yerdeyiz. Manzara noktası olması nedeniyle
banklar ve birkaç ufak satış reyonu var burada. Şansımıza hepsi kapanmamış, bir
tanesi hala açık. Köyde çiftliği olan bir hanım ve eşi burada kendi
ürünlerinden imal ettikleri peynir, şarap, pastırma, zeytinyağı, sabun, tereyağ
vb.hepsi organik ev yapımı şeyler satıyor. Hepsi vakumlu gayet hoş paketlerde.
Fiyatlar aşağıdaki marketlerden daha uygun. Nasılsa yiyoruz deyip bir şeyler
satın alıp birer de yeşil çay söyledikten sonra manzaraya hakim banklardan
birine oturup havanın iyice kararmasını izliyoruz.
Kotor Körfezi geçen her 5 dakikada farklı bir renge bürünüp
alev alev yanarken, biz serin havanın etkisiyle hızlıca donmak üzereyiz :)) Allahtan elimizde sıcak çaylarımız var..
Gökyüzü iyice kararıp da artık bir şey çekemez hale gelince arabamıza
binip döne döne döne….26 keskin viraj var galiba.. aşağıya Kotor’a inip
evimizin yolunu tutuyoruz.
Bugünkü arabamız bir WW Golf diesel’di. Bütün gün gezip 200
km üzerinde yol y6ty5yt67apmamıza rağmen depoda sadece 5€ eksilmiş!! Yani araç
kirası 30€ + mazot 5€ toplam 40€’ya tam günlük muhteşem bir gezi yapmış
olduk. Demek ki bir daha araba
kiralarken dizel olmasına öncelik vereceğiz ! :)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder