22 Nisan 2015 Genova’dan Pisa’ya gidiyoruz
Akşam hava kararmak üzereyken vardığımız Genova’dan
hiç keyif almıyoruz. Şehre girer girmez ilk göze çarpan şey dev vinçler ve
konteynırlar. Deniz kıyısından geçen tren yolu ve şehri boydan boya kaplayan
liman sayesinde zaten deniz görünmüyor bile. Gerçi bunca güzel kumsal ve
plajdan sonra görsek bile keyif alacak değiliz bu denizden ama yine de insanın
gözü arıyor. Trafik son derece yoğun, motorsikletler vızır vızır bir sağdan bir
soldan sıkıştırıyorlar; navigasyon olmasa yön bulmak mümkün değil. Sokaklar
karanlık, aydınlatmalar yetersiz,.. vs.
Biraz dışına çıkalım diyerek navigasyonun gösterdiği yolda
ilerliyoruz ama bu bile saatlerimizi alıyor. Etrafta çok fazla kuzey Afrikalı
var; sürekli bir şeyler satmaya çalışıyorlar. Şehir zaten sevimsiz bir de böyle
insanları görünce temelli soğuyoruz “başımıza bir şey gelmeden çıkalım da konaklamak
için kendimize sakin bir yer bakalım” diyerek Genova’dan ayrılıyoruz.
Yaklaşık 20-25 km dışarıda bir yerde bulduğumuz küçük
park alanı tam istediğimiz gibi duruyor. Bütün gün direksiyon sallamaktan
yorgun hemen kendimizi kenara atıyoruz. Bora sahanda güzel bir peynirli yumurta
hazırlıyor, yanında da meyve suyu içip yemek faslını fazla uzatmadan yatmaya
geçiyoruz.
Sabah araba sesleriyle uyanıyoruz; saat 08.00. Yanımızdaki arabaların sahipleri geliyor ve yarım saat içinde araçlar bir bir
ayrılınca park alanında hemen hemen sadece biz kalıyoruz. Saat 09.00 gibi biz
de yola çıkmaya hazırız; son kontrolleri yapıp kendimizi navigasyonun yönlendirmesine bırakıyoruz.
Yol önce biraz deniz boyundan gidiyor ama hemen sonra
dağlara tırmanmaya başlıyor. Otoban tercih etmeyip hep köy yollarından
gittiğimiz için geçtiğimiz yerlerin hepsi birbirinden güzel. Bu şekilde belki
biraz zaman kaybediyor yada biraz fazla km yapmış oluyoruz ama böylece
insanları, yaşadıkları hayatı, meslekleri, yaşlıları gençleri, çocukları
okulları kısacası sosyal hayata ilişkin ne varsa her şeyi görme şansı yakalamış
oluyoruz. Ayrıca hız tahditleri nedeniyle ağır da ilerlediğimizden, doğanın da
keyfini yaşayabiliyoruz.
Bir ara öyle güzel bir yere geliyoruz ki karşımızda
yemyeşil tepeler ve yeşillikler içine serpiştirilmiş küçük köy evleriyle muhteşem
bir manzara beliriyor. Buranın yani Toscany bölgesinin en önemli geçim kaynağı
şarap; her yerde göz alabildiğine üzüm bağları.
Burada duralım da bir kahve yapalım diyoruz; Bora "çiçek toplamaya
gidiyor", ben de kahve suyunu kaynatıyorum.
Vakit nasıl geçmiş farkına varmamışım. Sarjda takılı bilgisayarı elime almış bir
gün öncenin yazılarını toparlamaya çalışırken biranda arabanın yanında Bora
beliriveriyor. Yüzü gözü kan içinde, üstü başı yırtılmış, kan saçlarına kadar yayılmış. Onu öyle görünce bir anda ben de panikliyorum ne oldu demeye kalmadan
Bora anlatmaya başlıyor.
Çiçek toplamaya giderken bir anda ayağı boşluğa basmış ve
ne olduğunu anlayamadan böğürtlen dikenlerinin arasından aşağıya yuvarlanmış.
Seslenmiş ama epeyce derin bir boşluk olduğundan duyuramamış. Dakikalardır çalıların arasından sürüne sürüne yukarı çıkmaya çalışıyormuş. Gözlüğünü ve
saatini kaybetmiş, neyse ki yukarı çıkarken onları çalılara takılmış vaziyette
bulmuş.
İlk paniği atlatır atlatmaz toparlanıp pamuğu ıslatıp yavaş yavaş yüzünü gözünü siliyorum ve gerçek
yaralanmalar nerede ne boyutta net olarak görmeye çalışıyorum. Çok şükür ucuz
atlatmış durumdayız; en önemlisi kırık çıkık ve büyük darbe yok. N’apardık
dağların başında bu yaban ellerde ???
Hemen belirtmekte fayda var; bu kantaron yağı
kesinlikle her derde deva. Yaraları temizler temizlemez hemen aklıma kantaron
yağı geliyor, hem kabuk yaptırmadan iyileştirir hem de yumuşatır diyerek
pansuman yapıyorum. Gerçekten kısa bir süre sonra Bora’nın yüzündeki büyük kan
oturmaları yerini koyu renkli küçük lekelere bırakıyor.
Olayın şokunun ardından kahveleri soğuk moğuk demeden
içip tekrar yola koyulduğumuzda aklımıza “Vavien” filmi geliyor ve aynı anda
her ikimiz de gülme krizine giriyoruz.
Yine küçük ama yemyeşil köylerden geçen yol bizi önce
La Spezia’ya sonra da Pisa’ya getiriyor. Arabayı merkeze yakın bir yerde park
edip onlarca Senegalli seyyar satıcı arasından sıyrılmayı başarıp kule,
katedral ve vaftizhanenin bulunduğu alana geçiyoruz. İçerisi tahmin
edilebileceği gibi kuleyi iter, çeker, kaldırır pozisyonlarda poz vermekle
meşgul yüzlerce insanla tıklım tıklım.
Bu bölgede bisküvi denince akla “eti” değil “biscotti”
geliyor. İçi, badem, fındık, fıstık ve
üzümlü biscotti’ler hafif tatlı bol yemişli lezzetiyle çayın ya da kahvenin
yanında süper gidiyorlar. Bugünü de böylece bitiriyoruz. Fotoğraflar yine gayet keyifli :)
Genova'ya geldiğimizde akşam olmak üzereydi |
San Miniato küçücük ama çok sevimli bir köy |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder