17 Şubat 2013 Pazar.. Cuenca’dan saat 09.55’te hareket eden otobüsle batıya Guayaquil’e gidiyoruz; yola çıktığımızdan buyana hemen hemen 3 saati geride bıraktık.. Cuenca’nın Ekvador’un güneyinde ve hemen hemen ortasında yeraldığını düşünürsek şu anki rotamız güney batıdaki Pasifik Kıyıları.. Öncelikle And Dağlarını aşıyoruz ve tıpkı Doğu Karadeniz’e benzer sisli, yemyeşil, her yerden şakır şakır şelalelerin döküldüğü, küçük ahşap evler ve ineklerin otladığı yemyeşil çayırlara komşu orman manzaralarıyla ilerlediğimiz 3 saatin ardından aşağıya ovaya iniyoruz.. Tüm bu güzellikler içimizdeki “iyi kurt”u harekete geçiriyor.. Ruhumuzun hayata duyduğumuz tutkulu bağlılık ve ciğerlerimize çektiğimiz bu yoğun oksijenle sarhoş.. doğa, insan, hayvan ve yaşayan başka her ne varsa tamamına duyduğumuz sevgiyle beslendiğini hissediyoruz..
Ekvador
küçük ama doğal güzellikler anlamında hemen her şeyi barındıran güzel bir
ülke.. Her yer yemyeşil ve bitki örtüsü meyve sebze çiçek orman anlamında son
derece zengin. Meyve hemen her cins, taze ve bol; aynı şekilde sebze de öyle ve
bu arada hayvancılık da gelişmiş ve dolayısıyla yiyecek olayı hem kaliteli, hem
sağlıklı hem de uygun fiyatlı.. Cuenca’da gezerken tanıştığımız ve bir süre
keyifli sohbet ettiğimiz 81 yaşındaki İlayca, aslında Washington DC’de
yaşadığını ancak bir süre önce bir arkadaşıyla birlikte burada yeni bir ev
bulduğunu ve yakın zamanda buraya taşınıp hayatının bundan sonraki bölümünü
Ekvador’da geçirmeye karar verdiğini anlattığında önce şaşırdık ama konuşmaya
devam ettiğinde gerçekten kendisine hak vermeden edemedik. Ekvador, ılıman
iklimi, uygun yaşam koşulları, doğal güzellikleri, gelişmiş sağlık hizmetleri ve bir de resmi
para biriminin US $ olması nedeniyle, bir evin iki komşu dairesini kiralayıp
yaşlılık yıllarını birbirlerine dayanarak yaşamak üzere yola çıkan bu iki
emekli eski dost için olduğu kadar kalabalık, kaotik ve insanı her geçen gün
daha da yalnızlaştıran kapitalizmden yorgun Amerikalılar için gerçekten iyi bir
alternatif yaşam yeri olabilir gibi duruyor..
Ekvador müzikleri eşliğinde yola devam eden otobüs saat 13.30 gibi Guayaquil Trestre Otobüs Terminal’ine ulaştı. Hemen çantalarımızı alıp Montanita’ya gidecek otobüsün saatlerini araştırmak üzere terminalin içine girdik. Guayaquil gerçekten çok büyük ve son derece kalabalık bir terminale sahip; “tehlikeli” denmesinin altındaki asıl neden de bu kalabalıktan kaynaklanıyor sanıyorum. Terminalde her şeyi bulmak mümkün yok yok!! Yiyecek alanında ise Ekvador’un kendine has yemek zincirleri yanı sıra bildiğimiz tüm uluslararası markalar (Mc Donalds, Burger King, KFC…) mevcut..
Çantalar
sırtımızda önce bankaya gittik, sonra saat 15.00 için Montanita otobüs
biletlerimizi ayarladık, en sonunda da otobüs saatine kadar bir şeyler alıp
atıştırmaya karar verdik. Ben sipariş vermek için kuyruğa girdim Bora da
oturacak yer bakınmaya başladı; tam o sırada yanımda beliren küçük bir kız
çocuğu sipariş vermek ister gibi beni itti ben geri çekilirken bu kez arkamdaki
birine çarptım döndüm baktım ki o da kızın annesi.. “Yapma ablayı
sıkıştırma”der gibi kıza bakıyordu (ya da bana öyle geldi).. Neyse bu ufak olay ardından yemeklerimizi aldık ve masaya
seğirttik… İşte ne olduysa bu sırada oldu.. Bir şey beni dürttü, yada başıma
bir şey çarptı ve bir anda “cüzdanım nerede??” deyip elimi çantama attım ama ne
yazık ki cüzdan yoktu.. Kaşla göz arasında ve benim tam da ne olduğunu anlamadığım
o ufak itilme anında el çabukluğuyla cüzdanım çarpılmıştı!!!!
Yaklaşık 3
aydır pek çok yerde ve “tehlikeli” sayılan şehirlerde dolaşmış, neredeyse girip
çıkmadığımız sokak kalmamış ve hiçbir olay yaşamamıştık. Bu arada tanıştığımız
arkadaşlarımızın hemen hepsinden kamera çaldırma, cüzdan çaldırma, biri sahte
turist diğeri de sahte polis iki kişi tarafından gayet organize bir şekilde
arabaya bindirilip soyulma veya sokak ortasında üç kişi tarafından saldırılma
hikayeleri dinlemiş; her seferinde onlar için gerçekten son derece üzülürken
kendimiz için “ne kadar şanslıyız, çok şükür biz şimdiye kadar bir şey
yaşamadık; demek ki iki kişi olmak şart” falan demiştik. Oysa sadece daha bizim
sıramız gelmemişmiş!!! Sıra gelince yapacak bir şey olmuyormuş demek ki:(
Sonrası
bilirsiniz malum koşuşturmalar; önce kabul edememeler, nasıl olurlar, an an
geri gitmeler, sonra kabul etme ve polis, karakol, rapor, suçluluk, şaşkınlık,
pişmanlık, üzüntü, sıkıntı, … ve tabii ancak 18.00 gibi binebildiğimiz
Montanita otobüsünde geçen 4 saat boyunca bitip tükenmeyen “keşke”ler:)
KEŞKE YEMEK
YEMESEYDİK, KEŞKE PARAYI HEMEN ÇEKMESEYDİK, KEŞKE ÖNCE BİR YERE OTURUP CÜZDANI
SAĞLAMA ALSAYDIK, KEŞKE PARAYI BANA VERSEYDİN, KEŞKE SEN DE İSTESEYDİN, KEŞKE
ÇANTALARI HİÇ AÇMASAYDIK, KEŞKE TERMİNALE HİÇ GİRMESEYDİK…… gibi gibi bir sürü
faydasız şey:)
Sonunda saat
21.30 gibi Montanita’ya vardık. Otobüsten indiğimizde bizi yağmurla birlikte
sokaklarından müzik sesleri gelen hareketli, renkli ve sevimli bir yer
karşıladı. Yediğimiz öğle yemeğinden bu olay dolayısıyla hiçbir şey
anlamamıştık; o saatten beri de üzüntü bir yandan polis, karakol,
İspanyolca&ingilizce dert anlatmaya çalışma bir yandan hayli yıpranmıştık..
Açtık, yorgunduk, üstümüzden buldozer geçmiş gibiydi ama gözümüz hiçbir şey görmüyordu..
Tüm dileğimiz sıcak bir duş ve yataktı.. Ama yağmurdan mı saatten mi bilmem
Montiana’da isteğimize uygun oda-fiyat dengesini bulmakta çok zorlandık.. Neden
sonra hem bütçemize hem de beklentimize uygun sayılabilecek bir yer bulduk da
kendimizi attık.
Umarım sabah
bu kabus sona ermiş olur, ve güneş açar, ve Pasifik Sahili’ndeki bu küçük şirin
kasaba bize güzel, moral verici bir şeyler sunar. Sırayı savmış ve kötüyü
geride bırakmış olmamız, bundan sonrası için de bu yaşadığımızın “en kötü olay”
olarak hatırlanması dileklerimizle..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder